21 Nisan 2010 Çarşamba

Dosya: ÇOK KİŞİSEL İZMİR

Ne desem klişe aslında. Oysa anlatmak istediğim çok basit bir şey. Küçük bir itiraf, ancak sarılık aşısı kadar acıtacak bir itiraf, bir seferde tamamlanan, kısa ve öz, “bir daha sarılık olmayacaksın”.


Aslında aradan kısa bir zaman geçti ama aklımda kalan bir zaman yediğim bir dondurmanın tat imgesi kadar uçucu, bir görüntü bile yok belleğimde zorla tutulmuş.

Akışkandır zaten bellek. Oldukça da loş. (Bir seferinde bir fotoğrafçı okulumuzda konferans vermişti. “Fotoğrafın keşfinden önce bellek var mıydı? Ya da nasıldı?” diye sormuştu. Büyük bir özgüvenle “tabii ki vardı” demiştim. Anılar kayıt altına alınmadan da vardırlar. Hem anı dediğin görüntü müdür? Kör doğsak anımız olmayacak mıydı?)

Size İzmir’i anlatacağım. Hatırladığım kadarıyla. Ki ne yazık ki çok az hatırlıyorum.

İzmir kronolojik öz tarihimde ikiye bölünür. Bu bölünmeden önce çok az anı vardır. (Hem zaten “Angela’nın Külleri”nde öyle yazmaz mı? “Ancak mutsuz çocuklukların anısı kalır.”) Tat imgesinden de uçucudur artık bu anılar, neredeyse bir dokunuşun ürpertisi kadar anımsamaya gelmeyen anlardır. Annemle Bostanlı’ya gidişimizi, bana diş fırçası alışımızı ve annemin bana “aferin, bugün çok uslu durdun” deyişini, Karşıyaka’da Yalıboyu Apartmanı’nda sahil yolunun inşaatından dolayı balkona çıkamayışımızı (hâlbuki ev denize körfeze bir taş atımı mesafede diye, büyük özverilerle alınmıştı ben doğmadan önce), annemin bana, bize balkonu haram eden ve daha da edecek olan aletlerin adlarını öğretişini (buldozer, ekskavatör, vinç…), Göztepe’de akşamüstü otobüs durağına yürürken sarhoş bir sürücünün kontrolü kaybetmesi sonucu göğüs kafesi ve kafatası ezilerek ölen (yani böcek gibi ezilen) kardeşim bildiğim arkadaşımla beş yaşında ilk defa Karşıyaka Çarşısı’nda sinemaya götürülüşümüzü (Aslan Krala gitmiştik), Bostanlı’da aldığım bir org dersinde pencereden gördüğüm küçücük parkın mor banklarının bana nedense çok uçuk gelişini, babamın bana vapuru öğretmek için bir cumartesi günü beni Pasaport İskelesi’ne geçirişini ve rastgele bir kuyumcu vitrininden öylesine istediğim bir kolye ucunun (gümüşten, bütün eklemleri oynayan bir palyaçoydu) babam tarafından ikiletmeden alınışını, Yalıboyu Apartmanı’nın arka balkonundan görünmeyen her yeri ve arka balkonda ben oyun oynarken karşı balkondan benimle konuşan teyzeyi, salonun penceresinden bakarken sahil yolunun karşısında gördüğüm pamuk şekerciyi “şeker” diye tutturduğum için cümle alem balkondan bağırarak çağırışımızı, her okul dönüşü dondurma aldığım bakkalı, ben orta ikideyken ilk ve son kez yağan karı (ki bu bir şenliktir aslında, “İzmir’de kar var!”, saat kulesi ve palmiyelerde kar, neredeyse fantastik bir görüntü), orta sonda iyi geçen bir dershane sınavının sonunda yağmur altında eve dönmek için çıkmışken ailemin köşe başında habersiz belirip beni sinemaya götürüşünü…

Sonra ikinci kısım var aklımda. Burası Mavişehir. Duvarları olmasa da güvenlik görevlileri olan bir site. (Toplu konut deliliği yeni başlıyor, “kent içinde bir huzur yuvası”. EGS park, sabah mahmurluğu ve her şeyin sona erdiği hissi. Daha doğrusu “yeni hiçbir şey olmayacak” hissi. Hep İzmir de uyanacağım gibi, hep Altınyol’dan eve varacağım gibi, hep en fazla Pan Kitapevi’nde zaman geçireceğim gibi, hep aynı şeylere sinirleneceğim gibi, burada boğuluyormuşum gibi.)

Yaşlandım hâlbuki ben İzmir’de. Ben kendimi bilecek yaştayken Karşıyaka İskelesi’nin üst katı kocaman bir kitapçıydı, dört katlı, en alt katta dergiler, orta katta kitaplar ve CD’ler, bir üst katta sadece kitaplar vardı, en üst katta ise küçücük bir sinema (bu sinema sadece güzel olduğuna inandığı filmleri gösterirdi ve yeni film alma zahmetine pek girmezdi, Titanic’i bir iki sene göstermişlerdi) Sonra zaman geçti alt kat dekoratif mobilya mağazası oldu. Zaman geçti orta kat önce kafe, sonra atari salonu sonra başka bir şey oldu. Sonra daha da zaman geçti satıldı kentin gözündeki kitap evi Garanti Bankası oldu. Ve böylece Karşıyaka Çarşısı’nın girişi, yani şu boğumlu kentin en kızgın noktası gerçek bir kapital üçgen içinde kaldı: bir ucu eski Yapı Kredi yeni Akbank, bir ucu İş Bankası, bir ucu Garanti Bankası.

Ya da mesela Mavişehir’in ortasındaki büyük çocuk parkında şimdi işlevsiz bir şemsiye gibi duran ve şu an her çocuk için işlevi bir muamma olan eski dönme dolap iskeletini tanıyan son insanlardanım. Sonra Mavişehir’de bakkal bile olmadığı zamanları bilirim. Her şey için en yakın Bostanlı’ya uzanmak gereken zamanları, sonra yavaşça önce Kipa, sonra Egs, sonra CarfourSA’nın açılışını, Mavişehir’in başka toplu konut alanlarıyla çevrelenmesini, Atakent ile Mavişehir’in arasında kalan yeşil kavşak karnında otlayan gecekondu kaçkını yılkı atlarını, sarhoş sürücülerin o atlara çarpmasını ve hep böyle uzayıp giden noktasız virgülsüz esnetilen Ege usulü zaman darlığını ve mekân kıtlığını…

Zamanın bu süre gidişi içinde belleğimde bir kırılma var. Kenti algılamamla ilgili büyük bir kırılma. Alışkanlıkla sevilip benimsenen bir yerin nasıl nefrete dönüşebildiğinin açıklaması. Bir anlama noktası belki, Dostoyevski’ye göre sara krizine girmeden önce algıların açıldığı o son saniye, bana göre bir boşluk anı – kulak çınlamasının bir anlığına her şeyi silmesi gibi. Kim demişti çocuklar ilk hayal kırıklığında büyür diye?



Boş bir an var sonra. Tavana bakıyorum. Sanırım bir elektro şoktan sonra bilinç kapalı ama gözler açıkken insan tavana böyle bakar. Sonra bir bilyenin yere düşme zorunluluğu gibi öfkeleniyorum. Öfkeyi o gün öğreniyorum.



Ve sonra İzmir. Büyük harflerle İZMİR, küçük harflerle izmir, tabelalarda İzmir, yerde ve gökte, her yerimi bir sur duvarı gibi çeviren ve dişlerimden parmaklarıma her yerimi kilitleyen İzmir.

İzmir.




Oysa İlhan Berk ne denli sevgiyle anlatı Uzun Bir Adam’da İzmir’i. Bir arkadaşıyla bisiklet çalıp Manisa’dan üç saatte gitmişlerdir yeniyetmelikte İzmir’e ve bu şehirde görmüştür denizi ilk ve hiç şaşırmamıştır hep resimlerinde boyadığı için denizi. Babam için de özgürlüktür burası, çalışan tek akrabalarını sömürmeyi analık, kardeşlik, teyzelik, amcalık bilen bir ordu insandan, Bergama’dan kaçıp gelinen yerdir İzmir. Üniversiteye gelenler için, umut ederek hemşeri yanına göçenler için, gericilikten çok korkanlar için, ne çok insan, ne çok insan için özgürlüktür benim pranga bildiğim ve hiç de öyle hasretinden prangalar eskitmediğim bu yer.



Size ne güzel şeyler anlatabilirdim oysaki değil mi? Kent melankolisinden vururdum kendimi aşağı, akşamüstü yalnızlığından çıkardım, Kordon’da gayet kamusal ot içen tüm insanlara sevgilerimi iletir, Kıbrıs Şehitleri’nin çakma punklarını yanaklarından öper, Karşıyaka holiganlarıyla beraber gece yarısı Göztepe’ye sprey boyayla baskına gider ve duvarlardaki tüm Göztepe yazılarındaki “z”leri “t” yapar, eve “kız arkadaşında ders çalıştıktan sonra sabah erkenden dönen” daha on sekiz olmamış küçük kızların saçını çeker, Alsancak İskele’sinde gitar çalan ayağı aksak abiye ne kadar bozukluk varsa verir, bütün gün bir baltaya sap olmaya mecali olmayanlar gibi dolanıp dururdum. Size 121 numaralı otobüsü (ki çok ayrı bir yazı konusudur kendisi), bisiklete binmeyi, Alsancak BugerKing’de başlayan ve biten orta sınıfa mensup ergenlerin aşk çokgenlerini, Yakın Kitapevi’nden el yapımı cam divit satın almayı, Dantel Sokak’a sapmayı, Kıbrıs Şehitleri’ndeki sokak tiyatrolarını ve güneşli günlerde bilmem hangi örgütün yaptığı yere oturup kitap okuma eylemlerinin muhteşemliğini, güneşli günleri, Fiesta Kafe’de fal baktırmayı, Gazi Kadınlar Sokağını, Viran Gönüller Kahvesini, Konak Meydanı’ndan Karşıyaka vapuruna yetişmek için koşarken kumru alamamanın acısını, Bostanlı sahilinde pelikanları izlemeyi, İzmir’in çok sakıngan baharını sadece pembe-beyaz çiçek açan badem ağaçlarından anlayabileceğinizi (doğru ya, ben İstanbul’a gelene kadar bahar diye bir mevsimin neden ayrı bir adı olduğunu hiç anlayamamıştım) … anlatabilirdim evet.

Ama üzgünüm, bunları anlatasım yok. Size ne İzmir’in ölümcül cazibesini (gerçek bir emeklilik hayali), ne İzmir’in kuytusunu, ne de ayazını (el ayak kesen, şehvetten delirmiş gibi dudak patlatan ayazını) anlatasım var…

Gidince kendiniz öpüşürsünüz palmiye ağaçlarının altında. Canınızın çektiği gibi âşık olur, gece bağırabildiğiniz kadar bağırırsınız, olur çünkü bunlar Ege kıyısında. Benim çocukluğumu geçirdiğim ve çocukluğumla beraber terk ettiğim İzmir’de eğer üniversite öğrencisiyseniz, eğer özgürseniz, eğer âşıksanız; eski bir evin cumbasından sokağa sarkan büyük göğüslü basma entarili azgın teyzelerin ergen çocuklarda uyandırdığı duyguları uyandıracaktır o şehir sizde.



Oysa benim için asla öyle olmadı bir daha.


DENİZ BAŞAR

1 yorum:

  1. Size göz, adını denk koyduğum at.

    Yokuşu baş ağrılı, saçlarını balkondan sarkarak tarayabilen kızların oturduğu, güvercini akşamüstü, yalnızca uzun boylu olduğu için yazıyor bir şair, mide bulantısını kendine yedirebilmenin(ağzın iş vereni o), kulak dolusu buğdayın başında horozu heykel semti: Güzeltepe.

    YanıtlaSil