6 Mart 2010 Cumartesi

Editör Yazısı???

Merhaba, sevgili Yalınayak Dergisi okuru. Çekirdek kadromuz, şu an bakmakta olduğunuz şehircilik ve aylaklık dergisine ilk sayıdan desteğinizi eksik etmediğiniz için size minnettar. Haklı olarak bizim kim olduğumuzu merak edeceksiniz. Biz beş tane Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde okuyan (biri her ne kadar İstanbul Teknik’e geçmiş olsa da) ve kendini başka bir kadro ve üslupla ifade edemeyeceğine inanan, sıradan Şehir ve Bölge Planlama ikinci sınıf öğrencileriyiz. Bir de kendimizi “çok ciddiye almak” gibi sinir bozucu bir huyumuz var tabii, baksanıza az bir okumuşluğumuzla “ciddi konular” üzerine ahkâm kesiyoruz. Ama okul çıkışı İstiklal’de turlayan her aylak gibi, aslında kendimizi istediğimiz kadar ciddiye de alamıyoruz, hiçbir sıkıntıyı pek ciddiye almadığımız gibi.


Ve evet dergiyi çıkarmaya rıhtımda sigara içerken karar verdik.

Ve evet aramızdan biri örgütlenmesi kıt olan diğerlerini gaza getirdi: Gizem – Genel Yayın Yönetmeni

Ve evet, “inanılmaz ama gerçek” diye tarif edebileceğim bir şekilde bizim ipimizle kuyuya inen, yani bize güvenen, anlayan ve destek veren hocalarımız oldu. (Özellikle Rahmi Öğdül’e çok teşekkür ederiz.)

Ve evet içimizden birini “sen anlarsın abi” coşkusuyla editör yaptık: bendeniz.

Ve evet aramızda kente hepimizden başka gözlüklerle bakanlar vardı, onlar kentten korkmak üzerine bizi düşündürdü: Duygu

Ve evet kenti masal renklerine de boyayabilirdik yetişkinliği tüme ermemiş her çocuk gibi: Öykü

Ve evet teknik bir gözün ince mikroskobunda analiz de yapabilirdik insan bedeni kadar simetrik mekânlar için: Gülşah



ya da kente yalan söyletebilirdik, kenti keşfedebilirdik, sokağın panaromasını bir kere de biz çizerdik, ayaklanmaların, operasyonların, buldozerlerin yok ettiklerinin hikayelerini derledik, alçaklığın evrensel tarihine bizim de ekleyeceklerimiz vardır elbet ve evet her hız düşkünü gibi kenti çok sevdik.



Ama sevgiler de birbirinden farklıdır, biz bir şeylere “rağmen” değil, bir şeyler “için” sevmeyi bilenlerdeniz, yani düzeltmeden önce düşünenlerden, çünkü her iyi niyetli düzeltmenin bozduğu bir şeyler mutlaka vardır.

Bu yazının başında “Editör Yazısı” diyor ama ben sonuna üç tane soru işareti eklemeyi görev bildim. Bu dergiyi anlatan şey o soru işaretleridir, sonuna nokta konulan her cümleyi bir daha düşünelim lütfen (biz deniyoruz en azından).

Şimdi bakınca hiç sevmediğim manifesto üslubunu kullandığımı fark ediyorum ama bu seferlik beni affedin, heyecandandır.



Deniz Başar

5 Mart 2010 Cuma

YALAN

Aksaray-Havalimanı. 1989’da ilk aşaması hizmete açılan hafif metro hattı. Gitmelere, yetişmelere, gelmelere götürür sizi hafta içi 06.00 - 00.30 saatleri arasında. Şehrin ortasına akar aksı çoğunlukla, okulumda okuyorsanız, Merter’de bir arkadaş evinde sabahlamışsanız. Bir yalanın ortasına da noktalanabilirsiniz, hakikate virgül de koyabilirsiniz sabah saatlerinde. Aksaray’dan aktarmayla Akademi’ye varabilirsiniz. Zeytinburnu - Kabataş hattı 2005 yılında yenilendi sizler için. Gerçeklerinizin tam ortasına, doğrularınızın uzağından yakınından geçmeyen paralellerinize çizilmiş diğer bir aks.


Şimdi İstanbul’a yarım saat uzaklıkta bir havalimanındayım. Telefonum çalıyor. Arayan bizim derginin kurucusu. Açamıyorum. İnsan yalanla ilgili bu kadar dürüst yazmaya çalışırken yalan söylemek istemiyor. Dürüst olmak da istemiyor sanırım… Açmıyorum telefonu sonuç olarak işte. Bir işim yok benim zaten, olsun da istemiyorum. Buyurun bir yalan size. Aslında yalan dediğimiz kavram - bir dakika telefonunuz çalıyor, sıra sizde. Açabilecek misiniz?

-Alo anne? ( Şaşırtıyorsunuz beni)

-Yavrum. Nerdesin?

-Yurttayım anne. ( Sevgilinize üzerinizden kalkması için kaş göz ediyorsunuz, sanki yalan söylemek için usturuplu olmak gerek. )

-Tamam canım. Yedin mi yemeğini?

-Yemedim anne, birazdan yiyeceğim. ( Göz kırpıyorsunuz, gülüyorsunuz sevgilinizle beraber.)

-Tamam yavrum. Hadi öptüm seni.

-Ben de.

İstanbul’da bir arkadaş evindesiniz. Geldiğiniz yerde bu kadar kolay değildi yalan söylemek, bilirim. Fonda Radiohead’den Karmapolis, şimdi bu şehrin en güzel akşamlarından birinde çok sevdiğiniz bir filmin kastındasınız istemeden. Karşınızda hayatınız boyunca size en güzel bakmış ve bakmış olacak gözlerle klasik bir ironiyi yaşatmaya çalışıyorsunuz. Hal bu ki yapmaya çalıştığınızın aksine mantığınızla halletmeniz gereken bir durum şu ironi. Siz zannederken zannetmenin en büyük ahmaklık olduğunu, size bu satırları yazmaya çalışan bana bir cümle kuruyor kareli bir masa örtüsünün üzerinde: “Kadın olmak da, e tabi yalan söylemek de zor zanaat be kızım, hele ki bu şehirde.” (Kareli masa örtülerini ben bilmiyorum ama masa örtüsünün tekerlek kadar eski olduğunu sizin de bildiğinizi umabiliyorum sadece.)

Aksaray - Havalimanı hafif metro hattındayım, ilk duraktayım. Neresi son olsun istiyorsam aksi taraftayım işte. Hayatımın en büyük dürüstlüğüne son vermek için yola çıkmak üzereyim. Size kendimden bahsetmemeyi çok isterim ama yola çıktım bile. Ne diyordum telefonunuz çalmadan önce? Yalan diyordum. Sizin doğru olmadığını bildiğiniz ama başkası doğru bilsin istediğiniz, bazılarına av olmamak için doğuştan bahşedilen, kimilerine hayat veren kimi hayatları zehreden, savaşın ortasında cephe değiştirten, bir imparatorluğu yıkıp bir başkasına da kader tayin eden bir ifadedir. Bu yeteneğiniz sayesinde Nobel Ödülü bile alabileceğiniz bir ifade, bir - kimi zaman zincirleme olmasından ötürü birden fazla - harekettir. Bir yalandan ya da yalan dizisinden çok daha fazlasını hak ettiğinizi düşünürsünüz bazı zamanlar, eminim. Bu kentin neresinde olduğunuzu, - klişe bir biçimde - aynadakinin kim olduğunu anlamadığınız günlerde, aklınız belki de şu düzene terslenirken paralelde teslim edeceğiniz o küçücük sembollerden birindedir. Siz yeterince dürüst olsanız gözlerinize dair hiç söylenmemiş olacak yalanlardan birinde, gözündeki morluğa kapıyla samimiyetini yükleyen annenizde, annenizi endişelendirmek istemeyen sizde, dışlanmış ama başarısına dil değmeyen o meşhur diktatörde, söylediği her yalanı gerçek zanneden şizofren bir gelinde ya da düştüğü adada herhangi bir hikaye kahramanlarından biri olmak istemeyen o adamdan edindiğiniz sonra da soğuk metallere teslim ettiğiniz bir cenin ve bunu bir kanguruya hiç söylemeyecek oluşunuzda kalmıştır aklınız.

Bu kentte doğmadım ben. Doğmayı da istemedim ama oldum olalı olmak en büyük hayalim. Bu kentte bulunmak ve bu kentte daha da olmak… Daha fazla yalana batmak, daha dürüst yazmaya çabalarken yazdıklarına sebep olmak. Olmak bir kez daha, bir yalandan yola çıktığını düşünürken sadece kendinden başladığını anlarken olmak. Kimlerin yalanı olduğunuzu, kimilerine yalan olduğunuzu ve kimlerle yalan olduğunuzu; söylediğiniz, size söylenen, söylettiğiniz ve size söyletilen yalanlarla olmak. Evet, yalan diyordum telefonunuz çalmadan önce. Bize nakşedilmiş güzelliklerden biri şu şehirde sanki ama ne yapsaydık yani, renklendirmese miydik bu kenti? Değiştirmese miydik “gelişmekte olan” kavramına sıkışıp kalmış ülkemizi? Yargılarım yaşımdan büyük bilirim. Belki de bilinçsiz, affedin ama fark edin renk verme çabasına itilmiş bu gençliği, fırça olup renge dokunmak isterken, palette boğulmuş bu ruh halini. Paletin de fırçanın da hangi zamanlara uzandığını hala bilmeyen beni.

Saygılarımı sunup veda ederken nostaljik tramvayın penceresinden yalansız bembeyaz bir kent dileyip, dürüst sıfatına layıklığınızı size göstermeyi çok isterim. Yaparım da, yalanlarına ortak bulmak isteği kaçınılmaz elbet insanoğlunda. Size ne kadar dürüst olduğunuzu söyleyenler bunu söylerken ve her söylediklerinde (her seferinde, söyledikleri her tümcede) ne kadar dürüstler? Bir de lütfen sormayı unutmayın bu sefer, hiç İstanbul’da bulunmuşlar mı kendileri acaba?

Duygu Koçer

Tasarımda Simetri ve Simetrik Yaklaşımların İnsan Üzerindeki Etkisi

Tasarımda Simetri ve Simetrik Yaklaşımların İnsan Üzerindeki Etkisi



Geometrik Bir Tasarım: Taşkışla Binası ve Orta Bahçesi.



Şehirsel mekânda yapılan tasarımlarda biçim ve işlev ilişkisi, toplumsal ve siyasal düzene bağlı bir sürecin içinde ortaya çıkar.

M.Ö. 250 - M.S. 1000 yılları arasında biçimlenmede görülen geometrik örneklere, M.S. 1500-1950 yılları arasında tekrar rastlanmaktadır.18.yy.da pozitivizmin hâkim olduğu bir dönemde, Öklid geometrisi geliştirilmiş ve çok geniş problem alanlarına uygulanabilir ilk doğru sentetik türünü sağlamıştır. Tasarı geometri üç boyutlu nesneleri sistematik olarak iki boyutlu mekâna tam bir şekilde indirgeme aracıdır. Aydınlanma döneminin pozitivist düşüncesi bilimsel tahmin, toplumsal mühendislik, rasyonel planlama, rasyonel toplumsal düzenleme ve kontrol sistemlerinin kurumsallaşması aracılığıyla gelecek üzerinde de bir denetim kurmayı hedeflemiştir. Tasarı-geometri bu hedefin oluşmasında önemli bir zemin teşkil etmiştir. M.Ö. 1000-0, M.S. 1000-1500, M.S. 1960-198.. yılları arasında ise, asimetrik, doğaya uyumlu, organik ve insan ölçeğine yakın boyutların kullanıldığı biçimlere yönelik eğilimlerin güçlendiğini söyleyebiliriz.



Tasarımda simetri; geometrik ilkelere bağlı kurgularla sağlanır. Çünkü içeriğinde geometride olduğu gibi disiplin, düzen, denge, uyum, ritim öğelerini barındırır. Simetri belki de insan doğasında bulunan bir düzen olduğundan, simetrik bir biçimlenmeyi de kavramak daha kolaydır. Simetrik düzen bir nokta ya da eksen etrafında oluşturabildiği gibi bir alan çevresinde de kurulabilir. Simetride elemanlar arasında gerilme ve etkileşim vardır. Her eleman kendi etki ve çekim alanını yaratır bu da doğrudan bir kutuplaşmaya sebep olur. Kurulan bu dengenin durgunluğu katı bir kurguyla sonuçlanabileceği gibi tamamen farklı değerlerin ortaya çıkmasına da fırsat tanır. Hassasiyet ve disiplinin simetri için anahtar kelimeler olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda kurulan biçim-işlev bağlantısı güçlü bir tasarımı beraberinde getirir.



Örnek 1





Güçlü bir aks güçlü bir doğrultu belirtir. Mekânda aks, doğrultusunda bulunan öğeye güçlü ve otoriter bir karakter kazandırır. Aksın etrafındaki öğelerle durumu ise bazen olumlu bazen olumsuz sonuçlar verir.



Şehirsel mekânda biçimlenme farklı kompozisyonlar oluşturur: kapalı ve açık mekânların yaratılması, mekânsal bölünme ve birleşme, yönlendirme ya da geri çekme gibi. Bu tür biçimlenmeler bireyin ve toplumun mekân algısını doğrudan etkiler. Aidiyet, hakimiyet, otorite, disiplin, düzen, kontrol, baskı, acizlik, özgürlük, rahatlık, dağınıklık, kaos bir mekansal tasarımın insan üzerinde uyandırabileceği algılardır.


Geometrik Bir Tasarım: İTÜ Mimarlık Fakültesi Taşkışla Binası ve Orta Bahçesi


Binanın tarihsel süreçteki kullanım amaçları, biçimsel ve işlevsel uyumluluk açısından değerlendirme yaparken faydalı olur diye düşündüğümden, yapının kısa özgeçmişini ekliyorum:

İngiliz mimar Williams James Smith ve yardımcısı Osmanlı Kalfa İstefan tarafından 1846 ve 1852 arasında, Mek-teb-i Tıbbiye-i Şahane (Askeri Tıbbiye) için hastane olarak yapıldı. Kırım Savaşı (1853-56) sırasında Osmanlıların müttefiki Fransızların yaralıları burada tedavi edildi. Savaştan sonra uzun süre boş kaldığı için harap olan yapı 1860'ta onarıldıktan sonra kışla olarak kullanılmaya başladı. 31 Mart Olayı* sırasında içinde kalan Ava Taburu askerleriyle Hareket Ordusu birlikleri arasındaki çarpışmalara sahne oldu. Cumhuriyet'ten sonra Maarif Vekâleti' ne verildi; 1943-50 arasında büyük bir onarımdan geçirilip yeniden düzenlenen yapıya İTÜ Rektörlüğü ile Mimarlık ve İnşaat fakülteleri yerleştirildi (1950). 1983'te Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından aynen korunması gerekli 1. sınıf tarihsel anıt olduğu karan alındı. Binaya ait planlar şekillerdeki gibidir:














  Şekil 1 Zemin Kat Planı
















Şekil 2 Bodrum Kat Planı












Şekil 1Birinci Kat Planı Şekil 2 Çatı Katı Planı



Bugün Taşkışla’nın ortabahçesi, şenliklerin yapıldığı, tiyatro oyunlarının sergilendiği, davetlerin ve kokteyllerin düzenlendiği bir mekândır. Projelerden bunalmış öğrenciler için oksijene açılan acil çıkış kapısı, kapalı alanlarda sigara içme yasağı yürürlüğe konulduğundan beri nikotin krizi yaşayanlar için en gidilesi alandır. Çimlerinde uyuklarken kediler tarafından taciz edilebileceğiniz pek de tekin olmayan gizli bahçedir. Şimdiye kadar tasarımda geometri ve simetrinin teknik yanından ve bu bağlamda uygulanışından bahsettim. Ama geometrik kurguların, işlevlerine bağlı olarak ne kadar farklı izlenimler yaratabileceğini de kendi adıma deneyimlemiştim:



Ünlü bir bahçe varmış, farklı bir güruhtan bahsediliyor. Orası kendine nazır, bencilce dışarıya kapalı duvarların içindeymiş. Her köşe saklanmak için, izole olmak için, yalnızlık için ya da bölünmek için tasarlanmış. Bir havuz var bahçede, fıskiyeli, ortak kullanım alanı, belki bir meydan tasarımı için doğru seçim olabilir- iyi ki bir heykel koymamışlar. Denizin dibinden gelmiş biri için fıskiye, bir su öbeği mi? Hayır hayır kesinlikle itici. İnsanlara güzel olduğunu düşündüren başka ne olabilir, tarihin izlerini taşıyan heykeller mi? Geldiğim yerde taşlara yaşam aşılanıyordu… Bir uçtan diğerine yürüyorum bahçeyi, çimlerde uzanan kalabalık grupların arasından geçmek sıkıntı verici, giriş kapısı ne kadar da uzak! Burada dostane bulduğum tek canlı türü yaşlı ağaçlar. Artan ekmeğimi atabileceğim martılarsa, oldukça uzakta. Kapalı, her şeye kapalı. Buraya kapatıldım. Gözetleniyor muyuz? Bir mahkûmun havalandırmaya çıkışına benzetiyorum halimi…



Akademiden ayrılıp, öğrenimime İTÜ’de devam ettiğim günlere alışma zamanlarımın çilesini anlattım size aslında. Bir sevgiliyi terk etmeye benzedi bu okula gelişim. Aidiyetlik duygusunun kendini yabancılığa bıraktığı bir dönemde algılarım bana hep bu mekânda acıklı sayılabilecek şeyler hissettirmişti. Şimdi, havuzdaki ışık oyunlarını ve donmadan önce sonbaharın tüm cevherlerini üstünde taşımasını seviyorum. Bir kapıdan diğerine yürürken ciğerlerime yeterince temiz hava aldığıma ikna olacak kadar zaman geçiyor. Siz de endişelenmeyin, çünkü güvendesiniz. Rahatça için çayınızı, hatta küçük heykellerden birini sehpa olarak kullanın, kızmıyorlar. İstediğiniz kapıdan girin içeri, acil bir durum olursa telaşlanmayın yeterince çıkış var. Samimi bir yer burası, yabancılar pek uğramaz, “biz bizeyiz” rahat olun…



Taşkışla’ya bir kez gelmiş ya da her gün gelen insanlardan, üç sözcükle ortabahçenin onlarda uyandırdığı izlenimi tarif etmelerini istedim. Hemen hepsinin cevabı huzur oldu. Ardından, arkadaşlık, doğa, tarih, sanat, yuva, gizem, yön hâkimiyeti, kolaylık, içe dönüklük, sakinlik, keyif gibi tanımlar getirdiler.



Aslında anlatmak istediğim, bulunduğumuz mekânlar içinde algıladıklarımız ve düşündüklerimiz o mekânla ne ölçüde ilişki kurduğumuza bağlıdır. Buna paralel olarak açıktır ki, geometrik tasarlamış bir mekân bize kuşatılmışlık, baskı hissini yaşatırken, güvende olma, korunma duygusunu da yaşatabilir. Önemli olan mekânın işlevsel ve biçimsel uyumunun bireyleri olumlu etkilemesidir.







* İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra, şeriatçıların ve ıslahata karşı olanların İstanbul'da bazı askerî birliklerin de katılmasıyla 12-13 Nisan 1909'da patlak veren, ama Rumî takvime göre 31 Mart'a denk geldiği için "31 Mart Olayı" diye adlandırılan ayaklanmadır.





Kaynakça:

1. Giritlioğlu, Cengiz; 1998, Şehirsel Mekan Öğeleri ve Şehirsel Tasarım

2. İtü Dergisi/ a; Mimarlık Planlama Tasarım, 2005

3. http:// www.mim.itü.edu.tr/tarihce.htm



Gülşah Eker


Agorafobik Kentin Tarih Boyunca Gelişimi

Agorafobi ve Mekân İlişkisi




Agora İon şehir devletlerinden Helenistik Çağa uzanan süreçte kent meclisinin toplandığı, kararların alındığı, pazar (ticari merkez) işlevi de gören çevresi revaklarla çevrili açık mekândır. Günümüzde ise agorafobi sözcüğü en düz anlamıyla “açık alan korkusu”dur.

Açık alan korkusu nasıl açıklanabilir? Öncelikle bu korkunun mutlak ve tek bir çeşidi olduğu söylenemez. (Zaten korkunun da tek bir çeşidi yoktur, korku için tedirginlikten dehşete uzanan bir skala çıkarabiliriz. Bu durumda tedirginliğe 1 dersek, dehşet 10 olacaktır.) Fazla büyük mekânlarda (meydanlar, kavşaklar, bulvarlar vs…) oluşan ürküntüden (1) evden apartman boşluğuna çıkamamaya (10) uzanan uzun bir süreç vardır.

Ben bu yazıda bu korkunun kökenlerini (ne psikoloji ne sosyoloji konusunda uzman olmadığımı da göz önüne alarak – fakat yine de kimi zaman iddialı tespitlerle) kent tarihi üzerinden incelemeye çalışacağım.

Öncelikle ilk iddialı tespitimi yapabilirim: agorafobi medeniyetle insan ilişkisinin aksayan yönleri dolayısıyla ortaya çıkmış bir korkudur. Yani insanın neredeyse genetik olan doğal korkularından (bilinmeyen korkusu, buna bağlı olarak karanlık korkusu, yılan korkusu vs…) biri değildir. İnsanın yaşaması için zorunlu olan bir duruma – yani açık alana çıkmaya – karşı doğal bir korku geliştirmesi mantıklı değildir, doğal korkular insanı hayatta tutmak için geliştirilmiş genetik destekli bir savunma sistemidir. Oysa medeniyete ilişkin korkularda bu savunma sistemi insanın hayatını çıkmaza sokmaya başlar. (Örneği basitçe agorafobinin karşı komşusu sayılabilecek klostrofobi üzerinden verebiliriz. Diyelim ki kapalı alanlar sizi boğuyor dolayısıyla asansöre binemiyorsunuz ve bir gökdelenin otuzuncu katına çıkacaksınız. Kolay gelsin.) Bu aşamada bir soru sormalıyız, yeni bir korku nasıl oluşur?

Korkular aslında köken olarak aynı kavrama bağlanır: bilinmeyen. Bilinmeyene karşı genellikle üç tip tepki oluşturulur: umursamazlık (görmezden gelme, yok sayma), merak (keşif duygusunu körükleyen ve medeniyetin üzerine kurulduğu dürtü) ve korku. Bilinmeyen nedir? Bilinmeyen, kişinin belleğinde tanımlı olmayan bir durum, olay ya da kavramın hayatına dâhil olması ile oluşan durumdur. Peki, tüm hayatını bir metropolde geçirmiş, diğer metropolleri de ziyaret etmiş, üst-orta sınıftan bir insanın agorafobiye yakalanması bu tanım dâhilinde nasıl açıklanabilir?

Korku tanımının genişletilmesi gerekiyor, bu durumda bilinmeyen kavramına, bilinmeyeni oluşturan öz de katılmalıdır, yani değişim. Aniden baş gösteren bir agorafobi, hem kişinin kendisinin, hem de kent – açık alan kavramının değişimiyle açıklanabilir, bu durumda bilinen kent meydanları ve bulvarları bilinmeyenlerle dolu tanımsız yerler halini almıştır. Peki, zihinde bilinen bir şeyi bilinmeyen bir şey kılan değişim nasıl yaşanır?

Bunu iki şekilde açıklayabiliriz: işlevi tanımlı sosyal bir ritüel ya da gündelik bir nesnenin işlevinin değişimi ve zihnin algısını bozacak düzeyde karşıtlık içeren durumlar. Birinci durum üzerinden agorafobiyi açıklamaya çalıştığımızda burada hem sosyal bir ritüel değişimi, hem de cansız çevrenin değişimi söz konusudur. Kent mekânında sosyal değişim cansız çevreyi değiştirir ve cansız çevrenin değişimi sosyal değişimi doğurur. Bu açıdan en bilindik örnek Paris’tir, ayaklanmaları bastırmak için ortaçağdan kalan dar sokaklar yıkılmış ve büyük bulvarlar açılmıştır, geniş mekânların pasifleştirici ve iktidarı yüceltici etkisi altında ayaklanmalar gerçekten azalmıştır. Çünkü insan ölçeğinin dışına çıkacak denli geniş ve formel düzenlenmiş mekânlar Orwellvari bir şekilde “gözetlenme” etkisini, yani iktidarın her yerde olduğu sezgisini yaratacaktır. Mekânın algısının değişimi elbette onun kullanımını da değiştirecektir, (Paris’in cafe kültürünün bulvar düzenlemelerinden sonra başlaması bariz bir örnektir – dar bir ortaçağ sokağında bir sokak kafesi sokağın işgali anlamına gelecektir çünkü) büyük mekânda insanlar birbirlerine daha az dikkat etmeye başlayacaklardır ve tensel temas neredeyse tamamen kopacaktır (sivil dikkatsizlik) ve toplamda bu değişime ayak uyduramayan bireylerin sayısı hiç de az olmayacaktır. (Meseleyi ikincil sosyalleşme problemleri ya da nostalji sevdası olarak değerlendirmeyelim. Sosyal değişimlerinde, en basit ayrımla, iki çeşidi vardır: tepeden baskıyla dikte edilen değişim ya da halkın kendi isteğiyle bir değişim geçirmesi. Plancı müdahalesi – planlamanın zaten halk tarafından başlatılan bir değişimi destekleyici olduğu bir iki küçük örnek hariç – her zaman birinci gruba dâhil değişimi kapsar. Bu durumda fiziksel çevrenin değişimine algısını istenilen hızda uyduramayacak bireylerin olması çok normal olacaktır. Bir bireyin bir değişim karşısında alışkanlık kazanması beklenirken yeni duruma karşısında korkması da aynı derecede normaldir.)

Korkuyu oluşturan ikinci durum ise (aşırı kontrastlarla algının bozulması) birinci durumdan farklı olarak daha bireyseldir çünkü değişim kişiseldir. Bu aslında yoğunluklu olarak modernitenin oluşturduğu bir sorundur. Sanayi devrimine kadar dayandırılabilecek olan bu mekân düzenleme yanlışlığı günümüze agorafobiyi oluşturan başlıca etkenlerdendir. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: insan bedeni kendi ölçülerine göre düzenlenmiş mekânlarda rahat edebilir, anatomik ölçünün dışında büyüklük ya da küçüklük insanı rahatsız edecektir. Oysa modernizm iç mekânı daraltırken dış mekânı devleştirmektedir. (Bunun uç örnekleri Japonya başta olmak üzere pek çok gelişmiş ülkede görülmektedir, modernist mimarlar tarafından tasarlanmış yirmi metrekarelik kutu evlerin olduğu bir bölge kentin alt geçit, üst geçit ve viyadüklerle dolu dev bir kavşağına bakabilir.) Günümüzde herhangi bir dekorasyon dergisini incelerseniz verilen çoğu “püf nokta” bilgisinin dar mekânı geniş göstermek üzerine olduğunu fark edebilirsiniz. (Fazla geniş bir genelleme olarak bütün bir minimalizm akımının kapalı mekânı genişletmek üzerinde durduğunu söyleyebiliriz.) Öbür taraftan aynı modernizm dış mekânı azimle insan ölçeği dışında tasarlama yanlısıdır. Kent meydanları ve caddeleri genişletilir, kamusal kullanım alanları da bu genişlemeden nasibini alır tabii: hava alanları ve alışveriş merkezleri bunun en açık örnekleridir. Bu açık zıtlık bir süre sonra algısal bir yanlışlık ortaya çıkaracaktır: dar mekân olduğundan daha dar, geniş mekân olduğundan daha geniş gözükecektir, tıpkı siyah ve beyazın yan yana olduklarında etkilerinin artması gibi. Bu yanlış algılama agorafobiye de klostrofobiye de evrilebilir.

Agorafobinin oluşumu kentsel bağlamda daha dikkatle incelendiğinde bahsedilmesi gereken bir iki önemli ayrıntı daha vardır. Modernizmin rasyonelciliği onu her şeyi tanımlamaya itmiştir ve (başta Le Corbusier olmak üzere) sokağın tanımsızlığı bu plancı tipini çok rahatsız eder. Bu tanımsızlığı yok etmek için tüm mekânlar tanımlı hale gelmeli ve sokak yok edilmelidir.

Sokağın tanımsızlığı nedir? Sokak, insan medeniyeti bir kent dokusu oluşturmaya başladığından beri (ki bu köy yerleşiminin başlamasından sonra olmuştur: 9000 yıl öncesinin köy yerleşimi olan Çatalhöyük birbirine tamamen bitişik evlerden oluşur ve evlere çatıdan girilir, dolayısıyla diyebiliriz ki yerleşimde sokak olgusu kente ait bir kavramdır) her kültürde “evlerin arasında kalan boşluklar”dan daha fazlasını ifade eder. Sokak sosyal bir mekândır ve sokağın cansız çevresi herkes için aynıdır, yani eşitleyici olmasa da denkleyici bir özelliği vardır. Eğer sokak pis ise bu pislik kalantor için de serseri için de aynıdır.

Sokak aynı zamanda sosyal olarak tanımsız bir alandır: her çeşit insan bulunabilir. Bu sokağı hem tekinsiz kılar hem de tanımlı mekânda olamayacak insan etkileşimini sağlar. Bunun karşıtı olan tanımlı mekân ise belli çeşit insanı barındırması için düzenlenmiş ya da ayrılmış mekândır. Gettolar, kapalı siteler, alışveriş merkezleri kısaca kapısında güvenlik olan, duvarlarla ya da yadsınamaz bir psikolojik engel ile ayrılmış olan (sağlam bir örnek olarak: Tarlabaşı Bulvarı) her yer bu kapsama dâhil edilebilir: içeriye kimin alınacağı, dışarıda kimin bırakılacağı tanımlıdır. Bu tanımlılık ve tanımsızlık iki ayrı şekilde agorafobiyi destekler. Tanımlı mekân dışlayıcı özellik gösterir, tanımsız mekân güvenli değildir.

Tanımlı mekânın dışlayıcılığı (sürekli kontrolden geçme durumu ya da gözetlenme hissi) bireyi yalnızlığa itecektir ve bu kolayca evden çıkmama isteğine bağlanabilir. Tanımsız mekânın güvencesizliği ise medya ile her gün tekrarlanmakta olan efsanevi bir korku unsuru olarak modern kent tanımının neredeyse vazgeçilmezi olmuştur. Bu sadece insanların birbiri için yarattığı korku değildir (tecavüz, gasp, cinayet); yüksek sesler, kirlilik ve özellikle son dönemde (gene efsanevi bir yayılış gösteren) salgın hastalıklar gibi korku unsurlarını da zihin hemen bu tanımsız alana yerleştirecektir. Bunlar da aynı şekilde evden çıkma isteğini köreltebilir.

Modern kentte agorafobinin sosyal bir bozukluk olarak daha çok görülmesinin en önemli nedenlerinden biri ise sanal iletişim ağlarının güçlenmesi ile birlikte bireyin “evden çıkmadan da” yaşayabileceği bir ortam oluşmasıdır. Evden çıkmak insanlık tarihinde “ev” kavramının oluşumundan beri süregelen bir zorunlulukken bu zorunluluğun ortadan kalkması bile birey için agorafobiye dönüşecek bir kavram karmaşasına yol açabilir. Bir zorunluluğunun bir anda yok olması rahatlıkla yüksek basınç altında yaşayan bir su canlısının az basınçlı ortamda yaşayamaması gibi bir etki yaratabilir.

Bu aşamada boyumdan büyük işlere kalkışarak yeni bir beden algısından söz etmem gerekiyor. Kentsel mekânın insanın beden algısının değişimine bağlı olarak değiştiği tezi Richard Sennett’in “Taş ve Ten”inin ana söylemidir. Bu söylemin ışığında kentsel mekâna duyulan korku, yani agorafobi, insanın kendi bedeniyle kurduğu ilişkinin bozulması ile açıklanabilir – ya da beden için yeni bir algı gelişmeye başlamıştır. Batı dillerinde “operasyon” sözcüğünün hem ameliyat, hem de kentsel dönüşüm için kullanılması belki de tesadüf değildir.



Kent-Beden İlişkisi’nin Bozulması ve Yeni Beden Algısı’nın Ürettiği Kent



Kent yapay bir çevredir ve tamamen insan için biçimlenmiştir. Dolayısıyla insanın beden algısı değiştikçe kent de buna bağlı olarak değişmiştir. Ege’nin ilkçağında çıplaklığın kutsanışı açık ve görünür mekânı yaratmış, Ortaçağ Avrupası’nda Hıristiyan inancının gönül bağları kente merkezi ve büyük katedraller olarak yansımış, akciğerlerin öneminin farkına varılmasıyla parklar kurulmuş (kentin akciğerleri), dolaşım ve sinir sistemlerinin keşfiyle ulaşım sistemleri önem kazanmıştır. Peki, bugün biz hangi beden algısıyla kent inşa ediyoruz?

Sennett, bunu New York’un sivil bedenleri üzerinden kurguladığı “Taş ve Ten”in son bölümünde bazı önsezilerini de katarak anlatmış. Benim bu son bölüme ekleyeceğim bazı başka şeyler var.

Öncelikle günümüzde insan bedeni eskisi kadar bilinmez değil. İlkokul mezunu bir ev hanımı sabah saatlerinde ev boşken oyalanmak için izlediği kadın programlarından bile üstünkörü de olsa pek çok şey öğrenebiliyor, üstelik bunları tıp profesörleri ellerinde röntgen filmleri ve ultrason taramalarıyla anlatıyor. Çok yaygın olan belgesel programları ve kanalları da insan bedeninin işleyişi üzerine geniş bir bilgi bombardımanı yapıyor. Tabii bir de ideal insan bedeninin nasıl olması gerektiğini ısrarla anlatan diyetisyenler var. Bu günümüze genel bir bakış, artık beden sıradan insan için büyük bir gizem değil, insanın “içinde” neler olduğu genel bir bilgi.

Bu “içinde neler olduğunu bilme” hali, bir nevi “şeffaflık” size de cam ve çelik gökdelenlerin “içini gösterir şeffaflığını” hatırlatmıyor mu?

Aslında insan Batı’nın düalist düşüncesiyle de (“beden - ruh” karşıtlığı) Doğu’nun monist düşüncesiyle de (“beden ruhun yansımasıdır”) bedeniyle tam olarak uzlaşma içinde değildir ama Batı düşüncesinin bu uzlaşmazlığı açık bir çatışmaya dönüştürdüğü bir gerçek. Modern dünyanın Batı düşüncesiyle şekillendiği göz önüne alındığında bu şeffaflık ve homojenlik takıntısını daha iyi anlayabiliriz.

İnsan bedeni çıplakken tekildir, yani hiçbir tümleştirici etki olmadan kendine özgüdür ve diğer insanların gözleri de bu tekilliği fark edecektir. Oysa bir röntgen filminde aynı çıplak beden diğer hepsi ile aynı görünecektir – daha doğrusu bütün sağlıklı insanlar aynı görünecektir çünkü “içi gösteren” bütün taramaların amacı hastalığı teşhis etmektir. Modernist mimari ve planlamanın insanlara böylesi filmler ile baktığını paranoyak bir şekilde hayal eden sadece ben miyim, yoksa cam ve çelik binaların inanılmaz homojenliği, pürüzsüz mükemmelliği gerçekten temiz bir röntgen filmine mi benziyor? İçindeki tüm hastalıklı insan bedenlerini ve düşüncelerini dışarı atacak büyük bir organizma gibi gökdelen – şeffaf demokrasi ilkesi ile şekillenmiş hizmet merkezleri.

Günümüzde iç-dış algısının bozulduğunu söyleyebilir miyiz? Egenin ilkçağında yapılar sade ve tanımlı bir çıplaklık sunarlar, kamusal yapı içini göster ama bu “içini gösterme”nin modernist şeffaflıktan önemli bir farkı vardır, yapı içinin dışında yapının arkasında kalan doğa parçasını da gösterir. Ortaçağın yoğun mahremiyet duygusu ve içine kıstırılan yasaklı duyguları ile yapılar (özellikle gotik katedraller) “içten dışa doğru itiliyormuş” hissi uyandıracak şekillerdedir (örneğin Notre-Dame gibi bir kilisenin dış yüzeyindeki dışarı kaçmaya çalışan iblis figürlerine dikkat edin). Osmanlı klasik döneminde ise camilerin yüksek duvarlarında açılan alçak (yani on yaşında bir çocuğun bile içeriyi rahatça görebileceği kadar alçak) ve kafesli pencereler ise “içeriyi gösterir” ama insana “daha sakladığı şeyler olduğunu” da yeterince anlatır. İç ve dış algısının bu çizgisel olmayan gelişim sürecinde modernizm bir yanlış anlama gibidir. Gökdelen mimarisi sağlam bir iç-dış kurgusundan yoksundur.

Camın şeffaflığı içini gösterir evet, ama burada pornografi ve erotizmin mutlak ayrımından bahsetmeliyiz belki de. Erotizm hiçbir zaman mutlak çıplaklık değildir, örtülü fakat keşfedilebilir çıplaklıktır ve insanın (gene düalist düşünceye dönersek) ruhunu da işin içine katar. Oysa pornografi (ki günümüzün cinsel eğiliminin bu yöne aktığı açıktır) bedenin mutlak çıplaklığıdır ve bu çıplaklık aslında her şeyi sunarak (ya da sunar gibi yaparak) bütün keşfetme arzusunu ve merak duygusunu öldürür.

Burada Roland Barthes’in “striptizcinin çıplaklığı onu her şeyden çok giydirir çünkü ne çalan müzik, ne yapılan hareketler ne de iç gıcıklayıcı kıyafetler doğaldır” ilkesini hatırlayabiliriz. Her şeyden çok sahnenin kendisi doğal değildir. Günümüzde ki yoğun cam kullanımı aslında bir insan vitrini oluşturur, yapay bir sahne gibi. Bu çıplak gibi görünen yapıların içini “çıplaklıklarından dolayı” merak etmeyiz. Oysaki taş binalar (hele ki şu eklektik ve barok olanlar – ya da neo-klasik üsluplular) her zaman eski tip erotizmleri ile merak uyandıracaklardır.

Bugün beden algısını değiştiren tek şey bilgi bombardımanı değildir, beden yeni bilimsel verilerle giderek soyut bir kavrama dönüşmektedir. Konuyu dağıtıyorum ama bu noktada soyut kavramını kendi kullandığım şekliyle tanımlamam lazım: soyut nitelikli bir şey insanın beş duyusu ile algılayamadığı şeydir. Bedenle ilgili son elli yılın tüm keşifleri bedeni aracısız algılanamaz hale getirmiştir – beden ancak mikroskop altında incelenebilir ve bu mikroskoba ancak uzmanlar ulaşabilir. Yani beden “dokunulabilir” özelliğini yitirmiştir. (Oysa septisizmden bir önceki kuşkuculuk duraklarında bile dört duyunun yanlış olabileceği kabul edildiğinde, nedense en doğru bilgiyi dokunma duyusunun vereceğine ilişkin bir inanç vardır – “gözün hatasını el düzeltecektir.”)

Bu soyut bedeni oluşturan ana madde ise genetik bilimi ve nanoteknolojik tıp buluşlarıdır. İronik olarak tanımı henüz açıkça yapılamamış bu yeni beden kendine sanal bir mekân yaratmıştır. Bu sanal mekânda teşhir bir sosyalleşme unsurudur. Sanal mekânın gerçek insan bedenine verdiği uyartılar ise görsel ve bazen işitseldir. Gerçek bedenin algısı açıkça sınırlanmıştır. Bugün kent düzenlemeleri de bu iki duyuya hitap edecek şekilde planlanır çünkü kent mekânı “bireyi bir yerden başka bir yere geçirmekle” yükümlüdür ve geçişkenliğin kolay olması için uyartının azalması gerekir. (Ne de olsa araba kullanırken kimse dikkatinin dağılmasını istemez.)

Bu iki ana değişim (iç-dış algısının bozulması ve kentte kurgulanan sanal mekânın – ki burada “planlanan bir mekânın sanal olmaması mümkün müdür?” sorusu akla geliyor – gerçek insan bedenine yetersiz uyartı vermesi) sonucu planlanan kent beden algısı aynı derecede hızlı değişmeyen bireylerde çok doğal bir korku yaratacaktır, çünkü bu birey kentin kendisi dışında bir yaratık için inşa edildiği hissine kapılacaktır. (Bu yaratık, normal bir insanın on katı hacme sahip araba olabilir mi acaba? Başka bir yazı konusu olarak meydanların kavşaklaşmasından da bahsedilebilir.)



Kentin Çok Kısa Tarihi ve Agorafobik Unsurların Kente Yerleşme Süreci



Bu bölümde kent kavramının tarih boyunca gelişimini fazlaca kısa bir şekilde inceleyeceğim, bu değişimi gözlemlemek günümüz kentini ve onun yanlışlığını anlamak için önemli. Burada çıkarılan kısa tarihçenin öznel olduğunu belirtilmeli, yani bu tarihçe konumuz olan “Agorafobi ve Kent İlişkisi”ni en açık inceleyebileceğimiz bilgilerin kronolojik bir dökümüdür yalnızca.



İlkçağ Kentleri: İlkçağ kentlerinin günümüz şartlarında çok küçük nüfuslar barındırıyor. Kentler genellikle topografyaya uygun düzenleniyor fakat siyasi iktidarın sağlam olması belli planlama kriterleri yaratıyor, tarım arazilerinin korunması, su taşıma sistemleri ve sokak aydınlatma sistemlerinin (Girit’te) kurulması gibi… Bu kentler arasında özellikle Milet’ten bahsetmek gerek, çünkü bu kent tarihte dama planı kullanan ilk kent olma özelliğini gösteriyor. Kentin plancısı Hippodamos. Fakat bu dama plan insan ölçeğinde ve yaya hareketine göre kurgulanmış.

Roma Kenti: Simetri takıntısı ve dama plan, geniş yollar, tanımlı forumlar; günümüze benziyor değil mi? Ama Roma kentini modern kentten ayıran iki önemli özellik var. Birincisi kentsel uyartıların sadece görsel ve işitsel kalmaması (her ne kadar öyle olması istenmiş olsa da). İkincisi ve daha önemlisi ise yolların hiçbir zaman merkezsiz bir ulaşım-dolaşım sistemi haline gelmemesi, çünkü kent umbiliculus’tan yani merkezdeki bir çeşit göbek deliğinden simetrik olarak büyüyor. Yani Roma kenti size görsel olarak bir yönü baskılayacaktır, aylaklık edeceğiniz bir kent değildir. (Modernist kent de aynı şekilde aylaklık etmenizi istemez ama bir yandan da yürüyeceğiniz yönü gösterme zahmetine de girmez – belki de aslında yürümenizi istemez - kafa karıştırmak için kurgulanmış gibidir.)

Ortaçağ Kenti: Kişisel düşüncem tamamen plansız ve organik gelişen bu tip kentlerin insanın kolektif aklıyla oluştuğu: doğada bulunan petekleri düzensiz arı kovanları gibi. Bu kentin pek çok problemi vardır: dar ve dolambaçlı sokakları güvensizdir, sürekli saldırı tehdidi vardır, altyapı ve üstyapı sorunları kenti salgın hastalıklara boğar. Fakat böylesi bir kenttin mantıklı bir boşluk-doluluk oranı vardır, bedeni yapısal olarak tehdit etmez.

Rönesans: Rönesans ortaçağ kentini “az bir planlamayla” hava aldıran perspektif devrimini yapmıştır, kentsel öğelere bir süreklilik kazandırarak (birbirini takip eden binaların pencerelerinin aynı paralelde olması gibi – gotiğin tanrıyı işaret eden dikey hattının dünyevi yatay hatta dönüşümü) insanın üzerinde baskı kurmadan takip edebileceği bir hat çizmiştir. Kentsel öğelere “süreklilik” kazandırılmıştır, öğeler aynılaştırılmamıştır. Bu dönemin özellikle incelenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Barok Dönem: Bu dönem iktidar planlarının ortaya çıktığı dönemdir. Bulvar açmalar, parklaşma ve kapsamlı operasyonların başlangıcı. Ortaçağ kent merkezi iktidarın varlığını belirtecek şekilde yeniden kurgulanmalıdır. Merkezi iktidarın planlamaya etkisi açısından önemlidir. Rönesans’ın süreklilik kazandırdığı kentsel öğeler homojenlik kazanır.

Sanayi Kenti: Kent tıkanmıştır. Nüfusu ve yeni tanımlanan işlevleri kaldıramamaktadır. Kentin üç ana problemi vardır: salgın hastalık, kirlilik ve ayaklanma. Bu kentin yaşattığı problemler modernist ütopyaları ve günümüz kentini oluşturmuştur. Burada bahşetmemiz gereken ana unsur Sanayi Kenti’nin üç büyük probleminin faturasının “sokağa” kesilmiş olması. Burada belirtmeliyiz ki “sokak” arabalar için kurgulanan “cadde” ya da burjuva gezintisi için kurgulanan “bulvar”la aynı şey değildir, sokak yaya hareketi içindir ve hiçbir sınıfı dışlamaz. Modernist plancı (aslında diyebiliriz ki Robert Owen gibi ütopik sosyalistlerden bu yana neredeyse herkes) bu üç ana problemin kaynağını sokak olarak görmüş ve planlarını sokağı yok etmek üzerine kurmuştur. Sokağı yok etmenin insani etkileşimi de aynı şekilde yok edeceği ise yeni fark edilmektedir.



Bugün tasarlanan kent insana uygunluğunu en çok kaybetmiş kenttir. Kent taşıt ölçeğinde düzenlenmiştir, insana yön duygusu verecek uyartılardan yoksundur, kapalı alanları ve açık alanları insan ölçeği dışındadır. İnsani etkileşim engellenmiştir ve kent mekânı teşhirci bir şekilde “vitrin” özelliği kazanmıştır.

Planlanan her mekânın plancının kafasındaki bir “ideal insan” için planlandığı düşünüldüğünde her planlı mekânın dışlayıcı özellik göstermesi kaçınılmazdır. Fakat modernist planlama bu ideal insanı “soyut insan” haline getirmiştir ve kentsel mekân aslında hiçbir insanın gerçekten barınamayacağı bir yer halini almıştır. Agorafobi’nin yaygın bir sosyal olgu olması günümüz planlamasına yapılan en ciddi ve ağır suçlamadır.

Deniz Başar

Kedi

1822 yılının 7 Aralığında yağan sinsi yağmura aldırmadan üniversite caddesinde ağır ağır yürüyen Jacob, on beş yıl kadar önce kaybettiği annesi Dorothe’yi zamansız anımsamanın göğsünde yarattığı sıkışma duygusuyla kardeşi Wilhelm ile buluşacağı cafeye doğru ilerlerken başına geleceklerden habersizdi. Göttingen’den çok uzak bir yerde ve zamanda, ona neler yapacağına henüz karar vermemiş ve daha Jacob’u tanımayan, kim olduğunu, neler yaptığını, nerede ve ne zaman yaşadığını dahi bilmeyen ben, bu buluşmaya asla izin vermeyecektim. Bin tane hınzır fikir birbirinin önüne geçmeye çalışarak kafamın içinde fink atarken bilgisayarın başına oturup internetten Jacob ve kardeşi Wilhelm hakkında bilgi toplama başlamıştım bile. Bir kurban yeterliydi bana, bu yüzden iki kardeşle karşılaşınca önce biraz afallamıştım, ama kısa sürede ikisinden birini, yani Jacob’u seçtim. Sadece içimden öyle geldiği için, başka nedeni yok, Jacob olsun dedim, o kadar.


Bir süre sonra artık hakkında gereken bilgiyi toplamış, onu tanımıştım, kurbanımı; soğuğu ve yağmuru hissetmeyecek kadar dalgın, gün boyu kitap okumaktan yorulmuş fersiz gözleriyle kendisini selamlayan birkaç öğrencisini bile göremeyen ve bu yüzden arkasından gülüşmelerine neden olan zavallı Jacob’u. Yaşam öyküsünü okuyunca etkilenmedim desem yalan olur. Yoksul büyümüş, çok zorluklar çekmiş, büyük işler başarmış iyi bir araştırmacı, derlemeci, iyi bir yazar. İmrendim, takdir ettim, kendimi ona yakın hissettim. Ama bu duygularım beni durduramayacak, bundan eminim, başına getireceğim bütün belaları hak ettiğine emin olduğum kadar. Yürü bakalım Bay Jacob, sana yapacaklarımı ben bile unuttum!

Üç gündür devam eden yağışlı hava bu sabah insanın ruhunu sıkmakta doruğa ulaşmış, cadde ve sokakları karamsar, hiçbir şeyden mutlu olmayan, asık suratlı nemrutlarla doldurmuştu. Yine de kurşun renkli, ıslak, soğuk ve ışıksız havadan başka bir şey daha vardı sanki insanı boğan; doğal olmayan, nefes almayı bile zorunluluk gibi hissettiren yapışkan bir can sıkıntısı. Jacob’un yaklaştığını görünce tünediği banktan yere atlayıp kulağını, boynunu ve kalçalarını bankın ayaklarına sürterek dikkat çekmeye çalışan sarman kedinin belli belirsiz miyavlamasını duyduğu halde, bakışlarını kediden yana kaydırarak onunla göz göze gelmek tam bir angarya gibi geldi Jacob’a. Başka zaman olsa mutlaka durup ilgilenir, eğilip başını ve çenesinin altını okşar, gözlerini kapatıp mutlu mırıltılarla şarkılar söyleyen bu yumuşacık yün yumağının yüzüne bakar, tatlı bir sevgi selinin tüm vücuduna yayıldığını duyumsardı. Ama şimdi canı hiçbir şey yapmak istemiyordu, üstelik kedinin yanından öylece geçip gideceğini sanıyordu. Kedi, kamburunu çıkarmış arka ayaklarını ve kuyruğunu sırayla titretiyor, bankın ayaklarına sürtünmeye devam ederken mırıltı ile karışık miyavlıyordu. Jacob, henüz iki adım uzaklaşmamıştı ki sıkılı dişlerin arasından tıslar gibi çıktığı açıkça belli olan bir sesle dondu.

“Böyle geçip gidebileceğinizi mi düşünüyorsunuz, Bay Jacob? Onunla hiç ilgilenmeyecek misiniz?”

Buz gibi bir irkilmenin bedenini tepeden tırnağa yoklamasına neden olan bu tehdit dolu sese doğru dönmesiyle iki güçlü pençenin boğazına yapışması bir olmuştu. Nefes alamıyor, yerden kesilen ayakları boşlukta çırpınırken bu saldırının nedenini anlamaya, sormaya çalışıyor ama konuşamıyordu. Gözleri yuvalarından fırlamış, yüzü morarmış, kolları güçsüzleşmişti. Kendisine saldıranın yüzünü görme çabaları boşunaydı, çünkü kapüşonun üzerine sarılmış kaşkolun arkasından bakan öfkeli ve kararlı bir çift karanlık gözden başka bir şey görünmüyordu.

“Küçük bir hesabımız olacak seninle, Bay Jacob. Korkma, canını yakmayacağım.”

Jacob, o anda canının hiç yanmadığının farkına vardı; saldırgan, boğazını bırakmış, parmaklarını göğsüne dolamıştı. Parmakları mı büyümüş, Jacob mu küçülmüştü; bir bebeği tutar gibi iki eliyle tüm bedenini sarmış sıkıyor, sıktıkça kemikleri kırılıyor, ama canı hiç acımıyordu. Kendinden geçmek üzereydi, adamın ellerinde ufacık kalmış, bir parmaktan daha küçük olmuştu. Caddede yürüyenler onları görmüyor olmaydı, kimse dönüp bakmıyor, seslerini duymuyor, kayıtsızca geçip gidiyorlardı yanlarından. Hepsinin kötü bir rüya olduğunu düşündü Jacob, derlediği masalların etkisinde kalmış olmalıydı; az sonra uyanacak ve kaldığı yerden –Nerede uyumuş olabilirdi ki? Üstelik hiç böyle uyuyakalmak gibi bir alışkanlığı da yoktu.- yaşamaya devam edecekti. Şimdi, tek eliyle Jacob’un bütün bedenini sarabiliyordu adam, avucunda bir fare kadar kalmıştı. Adam Jacob’u yüzünü yaklaştırdı, gözleri kısıldı, ağzı kapalı olsa da hınzırca gülümsediğini görebiliyordu Jacob.

“Bay Jacob!”

Eğilip Jacob’u kedinin önüne bırakıverdi. O anda yardım isteyen zavallı, sevimli bir yün yumağından dev bir canavara dönüşen kedi, yıldırım hızıyla Jacob’un üzerine atıldı ve onu yutuverdi. Adam, yay gibi çevik bir hareketle kediyi kuyruğundan yakaladı ve havada daireler çizdirerek çevirmeye başladı. Kedi, acıyla viyaklıyor, pençeleriyle her yöne hamleler yapıyor, kıvrılıyor, bükülüyor ama adamın eline ulaşamadığı için tüm çabası boşa gidiyor, yine de teslim olmuyor, aralıksız pençeler savuruyordu.

“Güle güle, Bay Jacob! Tekrar görüşeceğiz.”

Adam, kolunu hızla aşağıdan yukarıya doğru savururken kedinin kuyruğunu bırakmış, gökyüzüne fırlayan kedinin ardından böyle bağırmış ve bir kahkaha atmıştı. Sesi gittikçe uzaklaşıyor, görüntüsü her an biraz daha küçülürken kedi bulutlara doğru yükseliyordu. Şimdi bütün Göttingen şehri uydu fotoğrafı gibi cadde ve sokakları, evlerin çatıları, üniversiteleri ve gölüyle geniş yeşillikler içinde gitgide küçülen bir noktaya dönüşüyordu.

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Almanya’nın Göttingen kentinde, 1822 yılının 7 Aralığında, bir prensin kuyruğundan tutup bulutlara fırlattığı bir kedicik varmış. Kedicik bulutlara doğru yükselmiş, yükselmiş, kırk gün yaz, kırk gün güz, kırk gün de düz gitmiş. Öyle yükseklere çıkmış ki, bir ara bakmış ay çok yakınında. Hatta üzerinde pijamalarıyla bir çocuk, aydan aşağı çişini yapıyor. Çocuk, kediyi görünce utanmış, koşmuş hemen hilalin içine yatıvermiş. Arka fonda kocaman yazılarla DREAMWORKS yazısı bile açıkça seçilebiliyormuş. Kedicik, kayan bir kuyrukluyıldız gibi geçip gitmiş yanından.

Günler günleri kovalamış, haftalar haftaları; kedicik alçaldıkça bulutların arasından yeryüzü seçilmeye başlamış. Aşağıda denizle karanın, ışıkla renklerin birbirine karıştığı bir şehir görünmüş; Kaf dağının güney batısında, dillere destan güzellikteki masallar diyarı Masalistan’mış burası. Kedicik gözlerini alamıyormuş gördüğü güzellikten, öyle kuş gibi süzülüp iniyormuş aşağıya. Ama o inene kadar gün bitmiş, hava kararmış, bütün ışıkları yanmış Masalistan’nın, ışıl ışıl olmuş. Tam kediciğin ineceği anda karşılama merasimi başlamasın mı; dört bir yanından renk renk, çiçek çiçek, yıldız yıldız havai fişekler atılmaya başlanmış, barut kokusu, gök gürültüsü, ışık seli ve bandolar, mehterler, konserler, alkışlar içinde karşılamışlar Masalistanlılar, şaşkınlıktan neye uğradığını bilemeyen kediciği.

Öykü Özkan

SIKIŞTIRILMIŞ BİR İSTANBUL TARİHİ İMÇ

Hareketli bir mekan sergisidir bazen otobüsler…


İstanbul’a yeni gelen her insan, ya bu şehre ilişkin duydukları hikayeleri, çekilen dizilerin mekanlarını görmek adına ya da inecekleri durakları kaçırmamak için biraz merak çokça korku ile bakarlar otobüs camlarından. Kentte uzun zamandan beri yaşayan insanların algısından farklı bir algı yaratır bu. Her ayrıntıyı görür gözleriniz. Her ayrıntıyı hikayesiyle, kentle ilişkisiyle…

Durakta Unkapanı yazıyor. “Hadi ya” diyorum kendi kendime “Burası orası mıymış?” Durağın arkasına bakıyorum ama istediğim yazıyı göremiyorum. İnip binen yolcu sayısının fazlalığı rahatlatıyor ilk defa. Karşıda sarı, bloklar halinde yayılmış büyük bir yapı var ve büyük bir yazı: İMÇ. “Hah işte İstanbul Müzik Çarşısı” diyemeden kısaltmanın altındaki yazıyı okuyorum: İstanbul Manifaturacılar ve Kumaşçılar Çarşısı. Hareket ediyor otobüs. Kafamda sorularla büyük Atatürk Bulvarı boyunca izliyorum etrafımı. Müzik aleti satan birkaç dükkan var evet ama müzik yapımcılarını göremiyor gözüm. 3. Blok , 2. Blok, tekstil toptancıları… “ Allah allah” diyorum “İki tane mi Unkapanı var acaba İstanbul’da, müzik çarsısında tekstilin ne işi var. “

Ertesi sabah yine aynı yol üzerinden geçiyorum. Bu sefer İMÇ’nin tarafından gidiyor otobüsüm. Bir sürü blokta bir sürü farklı ticaret alanı. En sonunda 6. Blokta beklediğim yazı çarpıyor gözüme: Kaset CD ve Müzik Yapımcıları… İneceğim durağa kadar Türkiye’nin hafif müzik tarihinin yazıldığı mekanı görmenin hazzıyla gidebilirim artık. Neler geçiriyorum içimden. Televizyonda gördüğüm çoğu kişi bu otobüs durağında otobüs bekleyip, bu pilavcıdan pilav yemiş zamanında…

Müziklerle, filmlerle ve her sanatçının hayat hikayesinin en trajik kısımlarıyla tanımışız biz bu mekanı. O kadar bağdaştırmışız ki, adını bile belleğimizde yakıştırdığımız biçimde anar olmuşuz. Anadolu’dan gelenler için umut kapısı, müzikle uğraşan her gencin ailesinin korkulu rüyası… Unkapanı-Kurtkapanı, İstanbul Manifaturacılar-daha çok- plakçılar ,müzikçiler çarşısı…

Şimdilerde gittiğinizde hiçbir ünlüyü göremezsiniz oralarda. Belki ihtiyaçları kalmadığından, belki umut kapısı başka yere taşıdığından…Zaman ve kent birlik olup sıvaları da savurmuşlar, müzikleri de, insanları da… Eski birkaç müzik yapımcısı, tanımadığımız ve asla tanıyamayacağımız türkücülerin afişleri, alabildiğine farklı işlevde dükkanlar var şimdi.

İyi de bu manifaturacılar dediğimiz nedir?

***



Çok partili rejime geçildikten sonra modernizmin gölgesinde oluşmaya çalışan kentilileşme kavramı, İstanbul’a yapılan kentsel müdahaleler, alınan aşırı göç ve imparatorlukların gözdesi İstanbul’un yeni düzenle başa çıkamayış evresinde doğan büyük sorun trafik…

1950’lerde -tüm bunların İstanbul’un her santimini etkilediği dönemde- Sultanhamam ve çevresinde sıkışıp kalmış manifaturacılar, kendilerine birer mağaza inşa ettirmek için bir kooperatif kurmuşlar. Kısa sürede oldukça rağbet gören kooperatif gerekli mali güce ulaşmış ve mağazayı inşa ettirecek arsa arayışlarına başlanmış. Dönemin valisi de girişimi destekleyince süreç iyice hızlanmış.

Zamanın Valisi ve Belediye Başkanı olan Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay İstanbul Büyük Şehir Belediyesince, bu yeni işyeri için Bozdoğan Su Kemeri ve Unkapanı Köprüsü arasında yaklaşık 45.000 metrekare büyüklüğünde bir arsa teklif etmiştir.(1)
Arsa seçiminden sonra gündeme gelen konu arsanın bulunduğu bölgenin imar planına sahip olmaması olmuş, Belediye ve Kooperatif tarafından bir mevzi imar planı yarışması düzenlenmiş.

27 Temmuz 1958 tarihinde düzenlenen bu yarışmaya katılan 14 proje arasından jüri, Y. Mim. Kemal Bayur, Y. Mim. Tarık Aka, Y. Müh. Niyazı Durunay, Y. Mim. Özdemir Akverdi’nin müşterek hazırladığı projeyi birinci seçmiştir. Bu proje sonradan Belediye şehircilik danışmanı Prof. Piccinato’nun da katkısı ile geliştirilerek Mevzi İmar planı haline getirilmiştir.(2)

İMÇ’yi bu kadar önemli hale getiren en önemli unsur Tarihi Yarımada içinde konumlandığı yer belki de. Üst tarafında Bozdoğan (Valens) Su Kemeri ve Şehzadepaşa Camisi, biraz geride Süleymaniye Külliyesi, arada Vefa ve Kilise Camileri, karşı tarafında Molla Zeyrek Camisi ve Cumhuriyet kurulduktan sonra İstanbul’a yapılan ilk müdahalelerde açılan Atatürk Bulvarı …

Atatürk Bulvarı, kentsel dokuları bakımından birbiriyle bir bütün oluşturan Süleymaniye ve Zeyrek bölgelerini birbirinden koparmış. Çarşının kurulacağı arsanın bu iki bölgenin arasında olması, yapının mimarisinin tarihsel dokuyla uyuşmasını zorunlu kılmış. Dönemin ünlü mimarlarının katılımıyla gerçekleştirilen yarışma sonucu İMÇ geleneksel İstanbul çarşısı ile modern alışveriş merkezleri arasında bir geçiş misali kurulmuş Atatürk Bulvarı’nın kıyısına.

Çarşı için açılan mimari proje yarışmasında; İstanbul Belediye Başkanı Kemal Aygün, Rıfat Edin, İmar Müdürü Y. Mim. Faruk Akçer, Belediye İmar Müşaviri Y. Mim. Sedat Hakkı Eldem, Y. Mim. Asım Mutlu, Y. Mim. Sadık Sever, Y. Müh. Mim. Ali Rıza Ünsal’dan kurulmuş bulunan seçim kurulu çalışmaları sonunda Site Mimarlık Bürosu Y. Müh. Mim. Doğan Tekeli, Y. Müh. Mim. Sami Sisa ve Y. Müh. Mim. Metin Hepgülen tarafından hazırlanan projeyi tatbik edilmek üzere birinciliğe layık görmüştür.(3)

İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’nı dönemin ünlü sanatçıları süslemiş üstelik. Kuzgun Acar’ın Duvar Heykeli, Füreya Koral ve Sadi Diren’in Seramik Panoları, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun 2 adet Mozaik Panosu, Eren Eyüboğlu’nun Mozaik Panosu, Yavuz Görey’in Çeşme / Heykeli, Ali Teoman Germaner’in Duvar Rölyefi ve Nedim Günsür’ün Mozaik Panosu bulunuyor çarşının duvarlarında.

***

Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde fabrika yapımı her türlü kumaş ve bez gibi dokumalar olarak tanımlanmış manifatura. Bina yapılıp bitirildiğinden günümüze kadar geçen 40 yılı aşkın süre içerisinde, aynı isim altındaki 1994 dükkan kimi zaman Türkiye’nin ilk alışveriş merkezinin birer parçası, kimi zaman Türk hafif müziğinin yaratıldığı mekan olarak çıkmış karşımıza. Kent gibi planlanana inat değişerek zaman boyutlarında…

Onca düşünce onca akım geçip giderken zamanlarımızın üzerinden, değişirken gözlerimizdeki beğenilen, kenti bekleyen binalardan biri İstanbul Manifaturacılar Çarşısı. Bozdoğan Kemeri’ne, Süleymaniye ve Zeyrek’e göre genç, kentsel dönüşüm projelerine göre yaşlı.

Onca yıldan sonra tekrar geldi gündeme. Bu sefer müzisyenlerin hayat hikayelerinde ya da değişen müzik piyasasından şikayet eden yapımcılarla değil, son dönemde giderek hız kazanan kentsel dönüşüm projeleri kapsamında yıkılmasının söz konusu olmasıyla.

Çarşının amacının dışındaki alanlarına hizmet ettiği, tarihi dokuya zarar verecek şekilde yayıldığı, dükkanlarda ağır makinelerle yapılan imalatların çevreye zarar verdiği ve bölgede taşıt yoğunluğu yarattığı gerekçe gösterilmiş yıkılması için. Projelerden biri çarşının yerine Süleymaniye ve Zeyrek bölgelerinin tarihi dokusuna uyumlu konutlar yapılmasını öneriyor. Bu projeye Mimarlar Odası’ndan ve akademisyenlerden oldukça fazla eleştiri gelmiş ve proje mahkeme kararı ile durdurulmuş.

İstanbul Manifaturacılar Çarşısı 20. Yüzyıl çağdaş Türk Mimarlığı’nın en önemli örneklerinden biri, içinde bulunan bir çok sanat eseri önemini daha da arttırıyor. Bunun dışında dükkanların işlevi değişse de binlerce kişinin buradan ekmek yediği gerçeği var ortada. Bu ekmek kapısının kaldırılıp, yerine 50 adet tarihi süsü verilmiş yeni villanın hangi kamu yararı için yapıldığı da büyük bir soru işareti…

****

Şimdilik yerli yerinde her şey. Çarşı’nın Bienal’de kullanılan mekanlardan biri olması, belli bir kesimin dikkatini çekmesine neden oldu. Bu kesim önünden geçen otobüsteki kentlilerden oluşmasa da…

Alışsa da gözümüz varlığına, şaşırmasak da ilk gördüğümüzdeki gibi gerçek adına, önünden geçerken otobüsün camlarından bakmasak da korku ve merakla; zihinlerimize iz bırakmış bir yapı İMÇ. Duvarlarına yapışıp kalmış İstanbul’a dair bir şeyler. Değişkenliğinde bizden, yaşamın değişkenliğinden bir şeyler var…

Kaynakça

1- Çılgın, Kumru, “Prestijli” Bir Kentsel Dönüşüm Girişimi: İstanbul Manifaturacılar Çarşısı (İMÇ) Örneği, Yayınlanmamış Tez Çalışması, MSGSÜ, 2008

2- 3- İMÇ Tarihçesi, http://www.imc.org.tr [erişim: 31 Aralık 2009]



Gizem KIYGI