21 Nisan 2010 Çarşamba

Dosya: DENİZ, DATÇA ve UFAKLIK

Her ne kadar bir kentte büyümüş olsam da çocukluğuma ait en güzel, en heyecan verici ve en anlamlı sahneler hep kırdadır benim... modern hayatın değer vermediği, önemsemediği tüm o insani ilişkilerdedir benim çocukluğum… bu nedenledir ki çocukluk Datça’dır, Palamutbükü’dür benim için.


Uzun, yorucu ve mide bulandırıcı bir yolculuktan sonra (ne yazık ki artık mide bulandırıcı değil, yollarının yapılmasıyla birlikte ulaşım ve bozulma doğru orantılı bir artış gösterdi) masmavi bir denizin tepeden görülmesiyle başlar tüm macera. Hatta hemen o anda başlar, daha arabadan inmeden değişiverir şiveniz. Bir Ege şivesi oturuverir dilinize.

Arabadan inince sizi karşılayan tüm o sevecen ev halkı ve koskoca bir köy. Annemle yürüyüşe çıktığımızda yarım saatten fazla süren ve her iki adımda bir gerçekleşen “hoş geldin” seremonilerinden bıkıp surat asarak annemin eteğini “hadi hadi” diye çekiştirmelerim daha dün gibidir. Aslına bakarsanız hala daha öyledir.

Akşamları tüm köy halkının öbek öbek sahile oturup kocaman siniler içindeki kaynamış süt mısırlarıyla başlayan çay muhabbetleri ve ardından sahilde yıldızlar altındaki uyuklamaca fasılları… hatta bir seferinde dayımın benim aç gözlülüğüme kızıp (ki konu mısır olduğu zaman asla affetmem) kocaman bir mısır tepsisini önüme koyup “ye” demesine deli gibi sevindiğimi hatırlıyorum. Anneler, teyzeler, nineler sahilde otururken köyün tüm çocuklarının limanda oyunlar oynaması, ergenlerinin limanın arka taraflarına, taşların arasına saklanıp aşk yaşaması ve liman taşlarına spreylerle yazılan aşklar. Diskoda eğlenen gençler, yaş nedeniyle diskoya giremeyen taze gençlerin kendi çaplarında disko önünde yeni bir açık hava diskosu yaratmaları… ve ardından tüm köyün sabahın kör saatinde “bademe gitmek” için erkenden uykuya dalmasıyla tamamlanır bir gün.



Yeni başlayan gün, sabah-öğle ve akşamdan oluşan üç aşamalı bir zaman kavramıyla birlikte gelir. Sabah erkenden hazırlanan, bahçedeki kümesten dün ve ya bugün alınmış yumurta ve siz kalkmadan önce sağılmış, kaynatılmış mis gibi bir sütle yaparsınız kahvaltınızı. Ardından tüm aile ve pansiyondaki insanlarla birlikte gerçekleştirilen bir deniz faslı. İlk dalma çalışmaları, ahtapot yakalama çabaları, takla atmalar, amuda kalkmalar, su kaydırmacası, deve güreşi ve daha bin bir çeşit oyunla birlikte büyük arkadaşlıkların temellerini atarsınız haberiniz olmadan. Ne yazık ki bir traktör sesiyle sona erer deniz faslınız.

 Dayım ve yengem bademden dönmüştür artık ve önce yemek yenip sonra da tüm ev halkının çuval çuval bademlerin başına toplanıp bunları soyması gerekmektedir. Büyük küçük herkes çuvalların başına oturur hatta pansiyonda kalanlarında eşliğiyle hoş sohbetli, şarkılı türkülü badem faslı başlar. Dedemin munzurlukları ve dayımın gülmekten yerlere yatıran hikâyeleriyle ayrı bir anlam kazanır tüm bu zaman. Ama yine de en anlamlı zaman bitiş düdüğünün çalması ve yeniden deniz faslının başlamasıdır.







Havanın hafiften kararmaya başlamasıyla birlikte deniz faslı da sona erer. Deniz kenarında yenen tüm meyvelere rağmen (ki benim favorim minik karpuzlardır, önce bir deniz topuymuş gibi oynarsınız kırılınca da vahşi bir kırkharami gibi büyük bir iştahla yersiniz) midemin zil çalması üzerine çardak altında evin hanımlarının beş çayına dahil olup, karnım doyunca ortadan kaybolup, akşam yemek saatine kadar arkadaşlarımla köyün bir ucundan bir ucuna koşturup, oyunlar oynayışım, yandaki bakkala gelen süper babanın (Şevket Altuğ) “aferin bak bugün de dişlerini fırçalamışsın” demesi için kapıda onun gelişini bekleyişlerim, tuttuğum ilk balık ve ilk balıkçılık maceralım, belki de hiç unutamadığım anıların içinde yer alır.

Babamı taklit ederek oltayı sallayıp denize doğru atmıştım, amacım denizdeki en kocaman balığı yakalamaktı, bir nevi de amacıma ulaştım hani ama balık yerine kulağımı yakalayarak. Sonra ağlayarak babamın yanına koştum ve acı içinde oltanın kancasını kulağımdan çıkartmasını bekledim. Bu kötü tecrübeye rağmen ilk balığımın büyüklüğü hiç de hafife alınır değildi. Dayım, babam, ben ve iki yakın arkadaşımdan oluşan usta balıkçılar tayfası olarak tekneyle denize açılmıştık. Boyu iki metreyi bulmayan oltalar ile ben de dâhil üç küçük afacan balık yakalamak için yoğun bir çaba içindeydik. Aradan geçen uzun bir zamandan sonra yolunu şaşırmış şaşkın bir balığın oltama takılmasıyla tüm ütopist hayallerim gerçek olmuştu. Kovadaki en büyük balığı ben tutmuştum ve bunu bütün köye de göstermiştim.

Ve şimdi benim Datça’da en çok sevdiğim zaman dilimine geliyoruz. Hava artık iyice kararıyor ve büyük bir sofra kuruluyor. Sofra en az 15 kişilik… tutulan balıklar, ahtopotlar, bahçeden yeni toplanmış bol yeşillikli bir salata ve nefis köy ekmeği… her akşam balık yemekten usanmış bir şekilde annemin tabağıma ayıkladığı balıkları kuzenin tabağına çaktırmadan transfer edişlerimin, ilk alkol deneyimlerimin sofraları bu sofralar… şarkılar, türküler, zeybekler, harmandalılar… Tüm Ege aslında o sofradadır o an…

İşte size bahsettiğim üç zaman kavramı bu şekilde tamamlanır.

Datça’da her şeyin içinde bir deniz vardır benim için. Akdeniz ve Ege’nin birleştiği noktada, Knidos’ta, babamdan dinlediğim Dorlara ve Lidya uygarlığına dair masal tadında bilgilerle antik tiyatronun taşlarına, çatılarında yürüdüğüm kente, sokaklarına senaryolar yazmaya başlayışım, Can Yücel Festivallerinde şiir, tiyatro ve dansla tanışmalarım, ilk konserlerim hatta ilk coğrafya bilgilerim hep deniz üzerinden olmuştur. İlk önce Akdeniz kıyılarındaki kentleri öğrendim sırasıyla Marmaris, Göçe, Fethiye, Gökova, Bodrum, Didim, Kuşadası… ve tabi bir de biyoloji, ahtapotların yaşam alanları, balık türleri, bir çok ot çeşidi, badem, adaçayı, zeytin, zeytinin nasıl sabuna dönüştüğü ve daha bir sürü şey.

Ne yazık ki her küçük tatil kasabasında da olduğu gibi plansız gelişen turizm sektörü, yolların yapılmasıyla artan yoğunlaşma ve kalabalık çocukluğuma dair birçok anının silinip gitmesine neden oldu. Kovalambaç oynadığımız alanlar bungalovlarla doldu, sahilde yapılan çay sohbetleri ve mısır fasılları sona erdi. Çıkan kavgalardan dolayı disko kapatıldı ve liman artık sadece bir yürüme kulvarı oldu, tüm canlılığını kaybetti. Badem ve zeytin tarları parsellenip satılmaya başlandı. Tüm değişmelerin nedeni ise sadece, kapitalist hayatın gölgesinin değmesiydi Datça’ya…


ÖYKÜ ÖZKAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder