21 Nisan 2010 Çarşamba

EDİTÖR YAZISI

Deney Raporu




Denek Hayvanıyla İlgili Bilgiler:

Habitatı: Samanyolu, Güneş Sistemi, Dünya, Asya, Türkiye, İstanbul, Suadiye

Tarih: MS 2010, Bahar, Mart 23

Tahmini yaşam süresi: optimum değer olarak 90 yıl (yani 25 Eylül 1989’dan 2080 civarı bir

zamana)

Tür Bilgileri: Ökaryot, Hayvan, Memeli, Homo sapiens

Denekle ilgili özel bilgiler: Numarası: 20080332011

Cinsiyeti: Dişi

İşi: Öğrenci



Deneyin ana sorusu: Uykusuz geç homo sapiens toplumsal hayatta var olabilmek için çeşitli

problemlere ne kadar farklı çözümler geliştirebilecektir?

Hipotez: Geliştiremeyecektir.

Denek üzerinde yapılan araştırma: Ağır uykusuzluk altında hayatı sorgulama buğranı geçiren

genç deneğimiz son günlerini son derece bireysel (ve de bireyci) bir insan olmasına rağmen evinde az tanıdığı bir sürü türdeşiyle komünal yaşayarak geçirmiştir. Bu komünal yaşamın sebebi, homo sapiensin öğrenci alt türünün hayatta kalma stratejilerinden birinin bu olmasıdır. Komünal yaşayan öğrenci bireyler hayatta kalmak için pafta yapmakta, rapor yazmakta, youtube’den video izlemekte, cips ve kolayla beslenmekte ve enerji verir umuduyla ha bire hop kültür şarkıları dinlemektedir. Deneklerin bünyesi böyle geçen beş günün sonunda iflas eder ama homo sapiens türünün bütün erişkin bireyleri kendilerine “bugünlerin en güzel günleri” olduğunu söylemektedir. Bünyesi iflas etmiş denekler böyle yorumları bezgince olumlarlar. (Bu davranışa zoologlar tarafından açıklama getirilememiştir.)

Deneyin aksayan tarafları: Deneğin sosyal davranışlarının çeşitli çevresel öğelerin istem dışı

bir şekilde kontrollü deney ortamına (yani eve) sızması sonucu az da olsa değişiklik göstermesi

Deneyin sonuncu: Rapor yazılmış, paftalar yapılmıştır. Genç özgür olduğu için uykusu da

kendiliğinden geçmiştir.



Evet, hayat biz nane mollaları yordu son günlerde biraz ama hayvan gibiyiz maşallah. Hatta her şeye rağmen ikinci dergimizi hazırladık ve size bu sayıyı sunmaktan gurur duyuyoruz.

Öğrenciliğini gülümseyerek hatırlayan herkese iyi baharlar diliyoruz. Umarız bu güzel havalar sizi de mahveder.


DENİZ BAŞAR

AVM’LER ÜZERİNE

Değişen alışkanlıklar ve kamusal alanlar üzerine bir araştırma taslağı.




Kapsül mü, yol mu?


Değişen beklentiler ve zevkler, içinde bulunan çağa ayak uydurma sürecinin bir sonucudur. Bugünkü yaşam koşullarında insanlar, ihtiyaçlarını olduğu kadar zevklerini de hızlı tüketme eğilimindedir. Bu durumu “sıkıştırılmış zevkler bütünü” ve “hizmet kapsülleri” gibi tanımlamak mümkündür. “İlk çağda tarımı örgütleyen ve din kurumunun gücünü elinde bulundurarak toplumu yönetenler, din ve savunma üzerinden kentlerin başat formunu oluştururken, bugün yönetim aracı olan “tüketim” kent formuna damgasını vurmaktadır (…)” (2009). Bu bağlamda değişen tüketim alışkanlıkları, tüketim odaklı mekanların sunulma biçimini de değiştirir. Farklı gereksinimlerin aynı mekan içinde, en az zaman kaybıyla karşılandığı ve aynı zamanda mekanın eğlence olanağı sunabildiği, bunun yanında fiziksel rahatlık, alan hakimiyeti ve güvende olma hissinin sağlandığı tüketim merkezleri seri olarak ‘üretilmeye’ başlanmıştır. Yani alışveriş merkezleri de kent merkezlerinin tüm işlevlerini üstlenerek kamusal alan işlevi de üstlenmiştir.



İstanbul’da Alışveriş Merkezleri

1990’dan itibaren farklı semtlerde birbiri ardına kurulan bu merkezler kentin ekonomik yaşamında olduğu kadar sosyal yaşamında da yeni bir ilgi odağı oluşturmuştur. Bu merkezler bünyelerinde sinema, tiyatro, toplantı ve fuar salonları, buz pateni pisti, oyun salonları ve çeşitli ülke mutfaklarını sunan restoranları barındırmaktadır. İstanbul’daki alışveriş merkezlerinin ilk örneklerinde amaç daha çok kapalı bir mekânda alışveriş olgusu üzerinde yoğunlaşmakta, gerek mimarileri gerekse barındırdıkları fonksiyonlar açısından belli sınırlar içerisinde kalmaktadır. Ancak son zamanlarda ortaya çıkan alışveriş merkezlerinin belli bir konsepti ve bu konsept çerçevesinde kendilerine özgü mimarileri bulunmaktadır. İstanbul kent yaşamında kendilerini çekici kılmak için alışveriş merkezleri kentlilere farklı mekânlar sunmaya başlamıştır(…)(2001). Türkiye’de ve İstanbul’da ilk alışveriş merkezi olan Galleria’nın açıldığı 1988 yılından bugüne kadar 127 alışveriş merkezi yapıldı. Yeni yatırımlarla alışveriş merkezi sayısı 2010 yılında 295′e ulaşacak. Türkiye’nin büyük gruplarının yanı sıra yabancı sermayeli kuruluşlar da Türkiye’de alışveriş merkezi yapmak için yarışıyor. Pek çoğunun reklâmında ve sloganlarında görüldüğü üzere bu merkezler “çağımızın yeni yaşam merkezleri” ya da içinde yaşadığımız “dünyanın kalbi” haline gelmişlerdir. Öyle ki, neredeyse burada yazılı kuralları olmayan yeni bir yaşam pratiği sergilenir: Daha kapısından girerken güvenlik kontrolüyle içeri alınan insanlar birden karşılaştıkları geniş atriumlu, yapay bitkili, yerleri cilalı bu mekân karşısında hayranlıklarını gizleyemezler. Bununla birlikte her türlü aşırı coşku ifadesinden (örneğin yüksek sesle gülmek, bağırmak, koşmak vs.) uzak davranmalarının gereğinin farkında olarak vakur bir ifadeyle bu yeni yaşam pratiğinin içinde yerlerini alırlar. Bu yeni yaşam pratiğinin içinde alışveriş merkezinin kapısından girdikten sonra, mesleği, toplumsal statüsü, eğitimi vs. her ne olursa olsun herkes bu çatının altında birbirine eşittir (!) Girilen bütün mağazalarda, satış görevlileri, herkesi aynı standart sözcükler ve standart mimiklerle karşılarlar. Bununla birlikte, merkez içindeki genel mekânlar, banklar, havuzlar, atriuma bakan geniş teraslar herkesin özgürce oturup, dinlenmesi ve etrafı seyretmesi için tasarlanmıştır. Burada alışveriş kadar temel olan bir diğer aktivite ise “görmek” ve “görülmek”tir (2006).

Baudrillard’a göre alışveriş merkezleri bir kaleydoskop gibi her şeyi içine alabilir ve bu merkezler bir meta panayırını andırırlar. Aslında Baudrillard’ın meta panayırı olarak adlandırdığı, alışveriş merkezlerinin kullanıcılarına sunduğu küçük bir kent yaşantısı simülasyonudur. Alışveriş merkezleri, görüldüğü üzere, barındırdıkları yapay ağaçlar, şelaleli havuzlar, telefon kulübeleri, oturma bankları, çeşitli bitkiler, meydan saatleri ile neredeyse küçük birer kenti andırırlar.





İSTANBUL CEVAHİR ALIŞVERİŞ MERKEZİ:



Kanada'daki dünyanın en büyük alışveriş merkezi West Edmonton Mall'dan sonra dünyanın en büyük ikinci alışveriş merkezi olan ve yapımı 16 yıldır süren İstanbul Cevahir Alışveriş ve Eğlence Merkezi, hizmete girdi.

Şişli'de yer alan ve toplam 356 bin metrekarelik kapalı inşaat alanında kurulu alışveriş merkezinde bazıları Türkiye'ye ilk defa gelen toplam 280 mağaza, 34 fast food alanı ve 14 tane restoran bulunuyor.

5 binden fazla kişiye istihdam yaratacak olan İstanbul Cevahir Alışveriş ve Eğlence Merkezi'nin inşaasında Avrupa ve Ortadoğu'da ilk defa paslanmaz çelik kolonlar kullanıldı. Alışveriş merkezinin 2500 metrekarelik dev cam çatısı, dünyanın en büyük saatini taşıyor.Saat üzerinde bulunan rakamların her biri 3 metre uzunluğunda.

Dev Sahne

Çatı altında, alışveriş merkezinin ortasında ve tüm katların odak noktasında peyzaj ve havuzla desteklenen dev hidrolik sahne bulunuyor. 25 metreye yükseltilebilen sahne, şovlar ve tanıtımlar için kullanılacak. Bina cephesine yerleştirilen 60 metrekarelik dev ekrandan haberler, reklamlar yansıtılıyor.

Alışveriş ve eğlence merkezinde, 12 sinema salonu, içinde çocuk tiyatrosu olan 4 bin metrekarelik ''Masal Dünyası'' katı, 2500 araçlık otopark da bulunuyor.

Eğlence merkezi 11 bin metrekare büyüklüğündeki İstanbul Cevahir, eğlence alanları ile hem yetişkinler için, hem de çocuklar için çekim noktası olmayı hedefliyor.

Cevahir Holding Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Cevahir, açılışı yapılan İstanbul Cevahir Alışveriş veEğlence Merkezi'nin bir çarşının ötesinde yeni bir dünya olduğunu ifade ederek, ''Avrupa'yı İstanbul'a getirdik ama pasaportsuz girilecek'' dedi

Hangi markalar var?

Dünyanın en büyük ikinci ikinci alışveriş merkezi olan İstanbul Cevahir Alışveriş ve Eğlence Merkezi'nde yer alan markalardan bazıları şöyle:

Giyim mağazaları: Dorothy Perkins, Evans, Jack&Johns, Vero Moda, Peacocks, Top Shop, Top Man, Miss Selfridge, River Island, Benetton, Mothercare, Etam-123, Esprit, Massimo Dutti, La Senza, Zara, BSB, Adidas, Dockers, Lee Wrangler, Levis, Kappa, Fornarina, Reebok, Converse, Best Mountain, Lotto, Guess World

Ayakkabı mağazaları: Guiseppo (terlik), Ninewest, Bata, Divarese

Yiyecek-içecek mağazaları: Starbucks, Gloria Jeans Coffees, Burger King, Mc Donald, KFC, Pizza Hut

Marketler: Migros Hipermarket, Koçtaş Yapı Market

İlk şubelerini açanlar:

Türkiye'deki ilk şubesini İstanbul Cevahir Alışveriş ve Eğlence Merkezi'nde açan firmalar ise şöyle:

"Debenhams, Elektronik ve hi-tech ürünler market zinciri Medimax, elektronik ürünler satan Le Future, giyim mağazaları Club Monaco, Next, Oysho, Guess For Stradıvarıus, Bershka, LD, Paul-Bear, ayakkabı mağazası Guiseppo, giyim markası Zara’nın ev tekstili mağazası Zara Home, kozmetikte As Watson Mass"



CNN Türk (2005) referansla, http://www.arkitera.com/h5065-cevahir-alisveris-merkezi-hizmete-girdi.html (27.03.10) adresinden alınmıştır.

HASÇELİK E., (2001), Tarihsel Süreç İçinde Alışveriş Merkezlerinin Gelişimi ve Kentsel Mekana Etkileri Bir Örnek olarak Balıkesir Kenti, Lisans Bitirme Ödevi, s:19 Msgsü, , İstanbul

VURAL, T., YÜCEL, A, Çağımızın Yeni Kamusal Mekanları Olan Alışveriş Merkezlerine

Eleştirel Bir Bakış, İTÜ dergisi/a Mimarlık, Planlama, Tasarım Cilt:5, Sayı:2, Kısım:1, 97-106 Eylül 2006, İstanbul

www.planlama.org (27.03.10)



CADDE TİCARETİ- ‘Alışveriş caddesi’



Alışveriş merkezlerinde tek bir çatı altında ve yönetim altında hedef kitleye ve konsepte göre mağaza karması oluşturulmaktadır. Kiralamalar da bu mağaza karmasına göre yapılmaktadır (mağaza sahipliği yoktur). Cadde ticaretinde işyerlerinin mülkiyeti farklı kişilerdedir ve satış stratejileri uygulanmamaktadır. Yani markalar rastgele dizilmiş, ve alışveriş merkezinin bütüncül mantığıyla işleyen bir sisteme sahip değildir. Caddede kurumsal kimlik çalışması ya da kaygısı yoktur. Özel güvenlik ekipleri tarafından caddeye girişler ve çıkışlar kontrol edilemez (2009). Çok farklı ve renkli insan profillerinin gözlemlenebileceği bir mekandır. Ayrıca marjinal sektörde çalışan insanlar da caddeyi avmlerden ayırır.



Yaya Dostu Kentler

Temmuz 2009’da Arkitera mimarlık-şehircilik sitesinde yayınlanan haberde, araç trafiğine 20 yıldır kapalı olan İstiklal Caddesi’nin, 43 noktada daha trafiğe kapatılacağı,. Fransa'da Şanzelize, İtalya'da Genova ve İspanya'da Granada'da olduğu gibi Beyoğlu’nun da tamamen yayaların hizmetine açılacağı belirtilmişti. Böylece egzos kirliliğinden, gürültüden arınacak olan bölgedeki tarihi mekanların yaşam süreleri de uzayacak.



İSTİKLAL CADDESİ



İstiklâl Caddesi, (Osmanlıca: (1927'den önce) Cadde-i Kebir, Büyük Cadde, Fransızca: Grand Rue de Pera), İstanbul'un en eski semtlerinden biri olan Beyoğlu'nda Tünel ile Taksim Meydanı arasında uzanan ve 19. yüzyılın sonlarından beri Türkiye'nin en ünlü caddelerinden biri olma vasfını koruyan cadde. 1,650 metre uzunluğundaki caddenin orta noktası Galatasaray Lisesi'nin yanından geçen Yeni Çarşı Caddesinin caddeyi kestiği ve 50. Yıl Anıtı'nın bulunduğu yer kabul edilir. Paralelinde uzanan Tarlabaşı Bulvarı’yla beraber Beyoğlu İlçesi'nin ana eksenini oluşturur. Ortalama olarak 274 metre yükseklikte yer alan İstiklal Caddesi idari olarak 9 ayrı mahalleyi kapsar.



İstiklal Caddesi ve çevresi geçmişten kalma olumlu ve olumsuz özelliklerini bir arada sürdürmekle beraber Türkiye'nin istisnasız en kozmopolit bölgesi olma özelliğini de taşımaktadır. İstanbul'a gelen yabancı ve yerli ziyaretçilerin olmazsa olmaz ziyaret mekanı olan İstiklal Caddesi sabaha karşı sayılabilecek saatler dışında günün her saatinde kalabalıktır. Dünyaca ünlü markalardan ucuz giysi satan pasajlara kadar cadde bugün alışveriş bakımından çok büyük ölçüde bir giyim mağazaları kompleksi gibidir. Giysi, iç çamaşır, aksesuar, bijuteri, kundura-çanta dükkanları, cadde üzerindeki alışveriş yerlerinin takriben yarısını oluşturmaktadır. Geri kalanları ise bankalar ile neredeyse her türlü damağa ve bütçeye hitap eden çabuk yemek (fast food) büfelerinden, küresel lokanta zincirlerine, balık lokantaları, muhallebiciler, tatlıcılar ve börekçiler gibi geleneksel tatlara uzanan lokantalar oluşturur. Gece gezmeleri için ise meyhanelerden türkü evlerine, fasıl mekanlarından rock barlara, striptiz kulüplerinden eşcinsel barlarına kadar uzanan muazzam genişlikteki bir yelpazeye sahiptir. Cadde ayrıca, tiyatro, sinema, kitabevleri ve sanat galerileri gibi birçok kültür merkezine ev sahipliği yapar (2009).



İstiklal Caddesi tarihi dokusu ve mimarisi ile açık bir alışveriş mekanıdır. Kendine özgü kurgusu ve sosyal çevresi ile kamusal bir yaşam alanı yaratır. David le Breton belirttiği gibi,

“Kent ancak sakinlerinin adımlarıyla ya da onu yürüyüşleriyle, buluşmalarıyla,dükkanlarına, ibadet yerlerine, resmi dairelerine, istasyonlarına, kafelerine, eğlence yerlerine vb. girip çıkmalarıyla canlandırarak yaratan gezginleriyle var olabilir. Gelip geçenler kentin canlılığının ya da uyumasının verdiği zevkin ya da sıkıntının işaretidir."



Tünel'den Taksim'e doğru İstiklal Caddesi üzerindeki kayda değer yapılardan bazıları;

Tünel Meydanı

Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi

Alman Lisesi

Kırım Kilisesi

İsveç Sarayı

Botter Apartmanı

Narmanlı Hanı

Lebon Pastanesi

Rus Federasyonu Başkonsolosluğu

Avrupa Pasajı

Markiz Pastanesi

Timoni Sokağı

Santa Maria Draperis Kilisesi

Terra-Sainte Kilisesi

İtalya Elçiliği binası

Hollanda Elçiliği binası

Vucino Apartmanı

Beyoğlu Anadolu Lisesi

Suriye Pasajı

Terkos Çıkmazı

Surp Yerrortutyun Ermeni Katolik Kilisesi

Odakule

Kallavi Çıkmazı

Panayia Rum Ortodoks Kilisesi

Saint Antoine Kilisesi

Elhamra Sineması

Aznavur Pasajı

Hacopulo Pasajı

Birleşik Krallık Büyükelçiliği binası

Galatasaray Lisesi

Cezayir Sokağı

Galatasaray Müzesi

Çiçek Pasajı

Krepen Pasajı

Tokatlıyan Oteli

Halep Pasajı

Yeşilçam Sokağı

İnci Pastanesi

Emek Sineması

Anadolu Pasajı

Ağa Camii

Alkazar Sineması

Abdullah Efendi Lokantası

Ayia Trias Kilisesi

Surp Voskeperan Ermeni Katolik Kilisesi

Fransa Başkonsolosluğu

Taksim Cumhuriyet Anıtı



http://tr.wikipedia.org/wiki/İstiklal_Caddesi (27.03.10)

www.arkitera.com (27.03.10)

http://perakende.org/haber.php?hid=1197546291 (27.03.10)

GÜLŞAH EKER

DOSYA: ÇOCUKLUĞUMUZDAKİ KENTLER

İstanbul'a büyük hayallerle gelen dört küçük çocuk, kimi zaman kaçtığımız kimi zaman özlediğimiz mekanlarımıza geri dönmek istedik. Başımızı döndüren onca bilginin ardından, hiç bir şey bilmezken, habersizken yaşadığımız kentlere baktık çocuk gözlerimizden.

Renklerimizle ve oyunlarımızla...

Dosya: DENİZ, DATÇA ve UFAKLIK

Her ne kadar bir kentte büyümüş olsam da çocukluğuma ait en güzel, en heyecan verici ve en anlamlı sahneler hep kırdadır benim... modern hayatın değer vermediği, önemsemediği tüm o insani ilişkilerdedir benim çocukluğum… bu nedenledir ki çocukluk Datça’dır, Palamutbükü’dür benim için.


Uzun, yorucu ve mide bulandırıcı bir yolculuktan sonra (ne yazık ki artık mide bulandırıcı değil, yollarının yapılmasıyla birlikte ulaşım ve bozulma doğru orantılı bir artış gösterdi) masmavi bir denizin tepeden görülmesiyle başlar tüm macera. Hatta hemen o anda başlar, daha arabadan inmeden değişiverir şiveniz. Bir Ege şivesi oturuverir dilinize.

Arabadan inince sizi karşılayan tüm o sevecen ev halkı ve koskoca bir köy. Annemle yürüyüşe çıktığımızda yarım saatten fazla süren ve her iki adımda bir gerçekleşen “hoş geldin” seremonilerinden bıkıp surat asarak annemin eteğini “hadi hadi” diye çekiştirmelerim daha dün gibidir. Aslına bakarsanız hala daha öyledir.

Akşamları tüm köy halkının öbek öbek sahile oturup kocaman siniler içindeki kaynamış süt mısırlarıyla başlayan çay muhabbetleri ve ardından sahilde yıldızlar altındaki uyuklamaca fasılları… hatta bir seferinde dayımın benim aç gözlülüğüme kızıp (ki konu mısır olduğu zaman asla affetmem) kocaman bir mısır tepsisini önüme koyup “ye” demesine deli gibi sevindiğimi hatırlıyorum. Anneler, teyzeler, nineler sahilde otururken köyün tüm çocuklarının limanda oyunlar oynaması, ergenlerinin limanın arka taraflarına, taşların arasına saklanıp aşk yaşaması ve liman taşlarına spreylerle yazılan aşklar. Diskoda eğlenen gençler, yaş nedeniyle diskoya giremeyen taze gençlerin kendi çaplarında disko önünde yeni bir açık hava diskosu yaratmaları… ve ardından tüm köyün sabahın kör saatinde “bademe gitmek” için erkenden uykuya dalmasıyla tamamlanır bir gün.



Yeni başlayan gün, sabah-öğle ve akşamdan oluşan üç aşamalı bir zaman kavramıyla birlikte gelir. Sabah erkenden hazırlanan, bahçedeki kümesten dün ve ya bugün alınmış yumurta ve siz kalkmadan önce sağılmış, kaynatılmış mis gibi bir sütle yaparsınız kahvaltınızı. Ardından tüm aile ve pansiyondaki insanlarla birlikte gerçekleştirilen bir deniz faslı. İlk dalma çalışmaları, ahtapot yakalama çabaları, takla atmalar, amuda kalkmalar, su kaydırmacası, deve güreşi ve daha bin bir çeşit oyunla birlikte büyük arkadaşlıkların temellerini atarsınız haberiniz olmadan. Ne yazık ki bir traktör sesiyle sona erer deniz faslınız.

 Dayım ve yengem bademden dönmüştür artık ve önce yemek yenip sonra da tüm ev halkının çuval çuval bademlerin başına toplanıp bunları soyması gerekmektedir. Büyük küçük herkes çuvalların başına oturur hatta pansiyonda kalanlarında eşliğiyle hoş sohbetli, şarkılı türkülü badem faslı başlar. Dedemin munzurlukları ve dayımın gülmekten yerlere yatıran hikâyeleriyle ayrı bir anlam kazanır tüm bu zaman. Ama yine de en anlamlı zaman bitiş düdüğünün çalması ve yeniden deniz faslının başlamasıdır.







Havanın hafiften kararmaya başlamasıyla birlikte deniz faslı da sona erer. Deniz kenarında yenen tüm meyvelere rağmen (ki benim favorim minik karpuzlardır, önce bir deniz topuymuş gibi oynarsınız kırılınca da vahşi bir kırkharami gibi büyük bir iştahla yersiniz) midemin zil çalması üzerine çardak altında evin hanımlarının beş çayına dahil olup, karnım doyunca ortadan kaybolup, akşam yemek saatine kadar arkadaşlarımla köyün bir ucundan bir ucuna koşturup, oyunlar oynayışım, yandaki bakkala gelen süper babanın (Şevket Altuğ) “aferin bak bugün de dişlerini fırçalamışsın” demesi için kapıda onun gelişini bekleyişlerim, tuttuğum ilk balık ve ilk balıkçılık maceralım, belki de hiç unutamadığım anıların içinde yer alır.

Babamı taklit ederek oltayı sallayıp denize doğru atmıştım, amacım denizdeki en kocaman balığı yakalamaktı, bir nevi de amacıma ulaştım hani ama balık yerine kulağımı yakalayarak. Sonra ağlayarak babamın yanına koştum ve acı içinde oltanın kancasını kulağımdan çıkartmasını bekledim. Bu kötü tecrübeye rağmen ilk balığımın büyüklüğü hiç de hafife alınır değildi. Dayım, babam, ben ve iki yakın arkadaşımdan oluşan usta balıkçılar tayfası olarak tekneyle denize açılmıştık. Boyu iki metreyi bulmayan oltalar ile ben de dâhil üç küçük afacan balık yakalamak için yoğun bir çaba içindeydik. Aradan geçen uzun bir zamandan sonra yolunu şaşırmış şaşkın bir balığın oltama takılmasıyla tüm ütopist hayallerim gerçek olmuştu. Kovadaki en büyük balığı ben tutmuştum ve bunu bütün köye de göstermiştim.

Ve şimdi benim Datça’da en çok sevdiğim zaman dilimine geliyoruz. Hava artık iyice kararıyor ve büyük bir sofra kuruluyor. Sofra en az 15 kişilik… tutulan balıklar, ahtopotlar, bahçeden yeni toplanmış bol yeşillikli bir salata ve nefis köy ekmeği… her akşam balık yemekten usanmış bir şekilde annemin tabağıma ayıkladığı balıkları kuzenin tabağına çaktırmadan transfer edişlerimin, ilk alkol deneyimlerimin sofraları bu sofralar… şarkılar, türküler, zeybekler, harmandalılar… Tüm Ege aslında o sofradadır o an…

İşte size bahsettiğim üç zaman kavramı bu şekilde tamamlanır.

Datça’da her şeyin içinde bir deniz vardır benim için. Akdeniz ve Ege’nin birleştiği noktada, Knidos’ta, babamdan dinlediğim Dorlara ve Lidya uygarlığına dair masal tadında bilgilerle antik tiyatronun taşlarına, çatılarında yürüdüğüm kente, sokaklarına senaryolar yazmaya başlayışım, Can Yücel Festivallerinde şiir, tiyatro ve dansla tanışmalarım, ilk konserlerim hatta ilk coğrafya bilgilerim hep deniz üzerinden olmuştur. İlk önce Akdeniz kıyılarındaki kentleri öğrendim sırasıyla Marmaris, Göçe, Fethiye, Gökova, Bodrum, Didim, Kuşadası… ve tabi bir de biyoloji, ahtapotların yaşam alanları, balık türleri, bir çok ot çeşidi, badem, adaçayı, zeytin, zeytinin nasıl sabuna dönüştüğü ve daha bir sürü şey.

Ne yazık ki her küçük tatil kasabasında da olduğu gibi plansız gelişen turizm sektörü, yolların yapılmasıyla artan yoğunlaşma ve kalabalık çocukluğuma dair birçok anının silinip gitmesine neden oldu. Kovalambaç oynadığımız alanlar bungalovlarla doldu, sahilde yapılan çay sohbetleri ve mısır fasılları sona erdi. Çıkan kavgalardan dolayı disko kapatıldı ve liman artık sadece bir yürüme kulvarı oldu, tüm canlılığını kaybetti. Badem ve zeytin tarları parsellenip satılmaya başlandı. Tüm değişmelerin nedeni ise sadece, kapitalist hayatın gölgesinin değmesiydi Datça’ya…


ÖYKÜ ÖZKAN

Dosya: BİR VARMIŞ BİR "YOK"MUŞ

Yeşildir benim çocukluğumun kenti… Bursa’da daha önce hiç bulunmamış biri, Uludağ’ın eteklerine kurulmuş, yeşil ve dört tarafı evliyalarla çevrili bu kentte mistik bir huzur bulabilir. Hamamlarında terleyebilir ya da karında üşüyebilir. Yeşil Cami’nin çinilerine “vay be” diyip, Ulucami’deki yeşil vav’ın önünde Hızır’ı bekleyebilir . Doğayı ve insan ruhunu bütünleştirebilir.


Orada doğup büyümeseydim, Bursalıları tanımasaydım ya da çıkarıp atsaydık Bursa’dan insanları sadece doğa ve türbeler kalsaydı ve ben bir gezgin olarak uğrasaydım boş Kozahan’a yani insansız bir kent düşleyebilseydik inanıyorum çok severdim Bursa’yı. Nitekim insansız bir Bursa düşlemeyi beceremedim, Bursa’sız bir Gizem düşlemeyi denedim ve gittim…

Orada yaşadığın 20 yıl boyunca her gün gözünün önünde mekanlar anılarla ağırlaşmışken ve ağırlıkları can yakarken ne kadar mümkün olur ki sadece gitmekle bir şehrin imgelerinden kurtulmak? Hele çocukluğunda bu şehirde oyun oynadıysan.

***

Dedelerimin dedeleri Osmanlı Bursa’yı aldığı zamanlarda Uludağ’ın eteklerinde yaşarlarmış. Bursa başkent olduğunda padişahın saraylarında güreş tutmaya başlamışlar. Çok “kıyıcı” güreştikleri için padişah onlara kıyıcı lakabını vermiş. O günden bu güne kıyıcı kıygıya türemiş soyadımız olmuş. Babam çok büyük bir gururla anlatmıştı bu hikayeyi bana, sonra tanışıp eve getirdiğim arkadaşlarıma ve onların ailelerine… Bu aslını hiçbir zaman araştırmayacağım soyluluk hali saraydan yapışmış babama göre ailemize. Eski Bursalılar ve Bursa’daki esnaflar birbirlerini tanırlar. Evliya kentine yaraşır(!) bir şekilde de muhafazakardırlar.

Kent ve babama göre kentli olma -Bursalı olma, Bursa’da bu aileden biri olma- kavramı çocukluğumdan kazınmaya çalışıldı aklıma. Sözler yaşıma göre seçilmeden, ses tonu yumuşatılmadan. Bayramlarda babaanneme gittiğimizde önce şanlı tarihimizden ne kadar tanındığımızdan bahsedilirdi. Sonra döner dolaşır genç nesile gelirdi konu: “ Aman bize laf getirmeyin. Erkeklerle tek dolaşmayın. Bütün ‘şehir’ arkamızdan konuşur sonra.” Bu konuşmalar yapılırken oldukça küçük bir çocuktum ben. Annem durumun vahimliğini farkedip beni uzaklaştırmaya çalışırdı. Senede iki gün ( ramazan bayramı ve kurban bayramının ilk günleri) dinlerdim aynı baskıcı ses tonunda aynı çirkin kelimeleri. Diğer günlerde ise güzeldi Bursa çocukluğumda.

Eski Bursa Cezaevi’nin tam arkasındaydı evimiz. Küçük bir apartmanda 8 tane kız çocuğu araba tamircilerinin olduğu küçük sokakta ip atlardık. İp atladığım o küçük sokaktan dolayı çok severim sokak kelimesini. Cadde ve sokak iki ayrı kavramdır bizim dilimizde (ingilizcede sadece streettir bunun karşılığı). Sokaktan daha az araba geçer, çocuklar oyun oynarlar ve komşu teyzeler camdan cama konuşabilirler. İnsan içindir sokak. Fakat cadde arabalar içindir. Çocukken sadece sokakta oynamamıza izin vardı. Sokağımızın üst tarafındaki caddeye çıkmamız yasaktı. Saklıca kaçıp caddeden ilk karşıya geçtiğimde çok korkmuştum ve çok heyecanlanmıştım. Önce sola sonra sağa bakarak yolun karşısına geçtiğimde başardım diyip çok gurur duymuştum kendimle ama iş geri dönmeye gelince aynı korkuya dayanamayıp ağlamaya başlamıştım (6 yaşındaydım henüz), sonra bıyıklı bir amca bolca azarla elimden tutup geçirmişti. Koşa koşa anneme ispiyonlamıştım kendimi.


Kültür Park vardı sonra. 10 kuruş değerindeki(içeri 10 kuruşluk bilet alınarak girilir.) büyük gezinti alanı. Dayım, teyzem, annem ve anneannemle birlikte giderdik Kültürparka. Annemler çekirdek çitlerlerdi ben de çimlerde top oynardım. Daha da küçükken annemin elinden kurtulduğum gibi koşmaya başlarmışım Kültürpark’ta, ancak düştüğümde yakalayabilirlermiş beni. Lunapark vardı Kültür Park’ın içinde. Hep aynı palyaçoya binmek için tutturup hep de ağlardım korkudan. Hala durur o palyaço orda.









Babam lunaparkın sesini ve heyecanını kaldıramadığı için sokmazdı beni. Onunla parka gittiğimizde hep Özgen çaybahçesine giderdik, ben Özgen’deki at salıncaklara binmeye çalışırken o geleceğimi nasıl yönlendirmem gerektiği konusunda uzun uzun nutuklar çekmeye çalışır ve kendine göre önemli insanlarla tanıştırırdı (Öp bakalım bilmem ne amcanın elini durumu. “Aman da ne hanım kız” amcaların gerçek yüzünü görmek için 15 yaşımı bekleyecektim.) O yüzden hiç sevmem Özgen’i. Babamla kültürparktaki sayılı güzel anımızdan bir tanesi beni suni gölette kayık gezisine çıkarmasıydı. Annem göletteki suda kurbağalar olduğu için suya dokunmama izin vermezdi ama babam izin vermişti ben de çok mutlu olmuştum.

Suların orası vardı (bizim ailenin dilinde böyle. Buraya herkes farklı bir isim verir havuzlu park vs. Ulucami, Orhan Cami ve Kozahanın ortasında kalan meydandır, eskiden su fiskiyeleri vardı şimdi yok ama adı hala değişmedi.). Çarşıya pazara gittiğimizde annemler havuzun etrafında soluk alırlardı ben de havuzun kenarında oynardım.

Büyüyüp okul telaşına kapıldığımızda kentin içindeki bu güzel mekanların anlamları değişmeye başladı benle birlikte. Artık başarı denilen şey çişimi söylemeyi başarmam ya da caddeden karşıya geçmem değildi. Babamın tanıştırdığı amcalar yanaklarımın tombulluğuna bakıp “aman da ne hanım kız” demiyorlardı artık. Çocukluğumda yalnızca senede iki gün süren can sıkıcı konuşmalar hayatımı kaplıyordu yavaştan. Büyüdüğüm, ip atladığım sokakta araba tamircileri olduğu için kıyafet kısıtlamalarıyla başladı her şey. Çocukluğumda pat pat koştuğum Kültür Park’a hiçbir zaman arkadaşlarımla gidemedim. Çünkü büyüklerin gözünde Kültürpark gençlerin yiyişme alanıydı artık. Suların orda ise 50 tane tanıdık okulumdan başlayıp saç modelime doğru devam eden kırk soruyla beni yargılamaya başlamışlardı. Hiçbir öğretmenim ya da bulunduğum sosyal ortamlarda kimse bana adımla hitap etmezdi, sadece soyadım vardı. Her yerde beni tanıyan gözler vardı, her yere soyadım ve ailemin kimliği benden önce giriyordu. Ve Bursa babamın muhafazakar gölgesinde kendimi varetmeye çabaladığım bir mücadele alanıydı artık benim için.

Özellikle 15 yaşından sonra Bursa içindeki tek özgürlük alanım Arap Şükrü Sokağı oldu. Altıparmak caddesinin üzerinde olan meyhanelerle ve küçük rock kafelerle dolu olan bu sokağa her girdiğimde zincirlerimden kurtulmuş gibi hissederdim kendimi(Bursa’ya her gittiğimde sadece orayı özlediğimi farkediyorum). Balık ve anason kokuları o sokağı bana özel kılardı çünkü babam bu ikili yüzünden asla geçmezdi oradan( hala oraya oturup içememiş olmam da büyük bir ironidir benim için.)

Daha çok şey vadır mutlaka anlatılacak. Büyüdüm mü bilmiyorum ama Bursa 15 yaşıma girdiğimde çocukluğuma özgü mekanları aldı benden. Bir anlamda büyümüş saydı beni. Kanun da 18 yaşını geçtiysen oldun artık sen diyor. Annem bu durumu kabullenmemekte ısrarcı her anne gibi. Babam büyüdüğümü kabulleniyor ama sorsanız daha 17 yaşında der. İstanbul bana 40 yaşındaymışım gibi muamele ediyor. Ben büyümeye her yaklaştığım adımda korkuyorum sokaklarımı, mekanlarımı kaybetmekten. Sorularla devam ediyor büyüme, giderek zorlaşan sorularla…


Bursa şehri dediğim şey Bursa’da yaşayan insanlar mı, yoksa Bursa’nın mekanları mı? Ve hangisini özlüyor çocukluğum, hangi özgürlüğünü özlüyor yeşil prangalı şehrinde?

1-Ulucami hat yazılarıyla süslüdür. Bunların içinde yeşil vav’ın hikayesi vardır. Bir kuşluk vaktinde Hızır’ın burada belirip namaz kıldığını iddia edenler olmuştur. Bu yüzden acil çözülmesi gereken sıkıntısı olan insanlar yeşil vav’ın önende Hızır’ı bekleyerek namaz kılarlar.
 
GİZEM KIYGI

Dosya: ÇOK KİŞİSEL İZMİR

Ne desem klişe aslında. Oysa anlatmak istediğim çok basit bir şey. Küçük bir itiraf, ancak sarılık aşısı kadar acıtacak bir itiraf, bir seferde tamamlanan, kısa ve öz, “bir daha sarılık olmayacaksın”.


Aslında aradan kısa bir zaman geçti ama aklımda kalan bir zaman yediğim bir dondurmanın tat imgesi kadar uçucu, bir görüntü bile yok belleğimde zorla tutulmuş.

Akışkandır zaten bellek. Oldukça da loş. (Bir seferinde bir fotoğrafçı okulumuzda konferans vermişti. “Fotoğrafın keşfinden önce bellek var mıydı? Ya da nasıldı?” diye sormuştu. Büyük bir özgüvenle “tabii ki vardı” demiştim. Anılar kayıt altına alınmadan da vardırlar. Hem anı dediğin görüntü müdür? Kör doğsak anımız olmayacak mıydı?)

Size İzmir’i anlatacağım. Hatırladığım kadarıyla. Ki ne yazık ki çok az hatırlıyorum.

İzmir kronolojik öz tarihimde ikiye bölünür. Bu bölünmeden önce çok az anı vardır. (Hem zaten “Angela’nın Külleri”nde öyle yazmaz mı? “Ancak mutsuz çocuklukların anısı kalır.”) Tat imgesinden de uçucudur artık bu anılar, neredeyse bir dokunuşun ürpertisi kadar anımsamaya gelmeyen anlardır. Annemle Bostanlı’ya gidişimizi, bana diş fırçası alışımızı ve annemin bana “aferin, bugün çok uslu durdun” deyişini, Karşıyaka’da Yalıboyu Apartmanı’nda sahil yolunun inşaatından dolayı balkona çıkamayışımızı (hâlbuki ev denize körfeze bir taş atımı mesafede diye, büyük özverilerle alınmıştı ben doğmadan önce), annemin bana, bize balkonu haram eden ve daha da edecek olan aletlerin adlarını öğretişini (buldozer, ekskavatör, vinç…), Göztepe’de akşamüstü otobüs durağına yürürken sarhoş bir sürücünün kontrolü kaybetmesi sonucu göğüs kafesi ve kafatası ezilerek ölen (yani böcek gibi ezilen) kardeşim bildiğim arkadaşımla beş yaşında ilk defa Karşıyaka Çarşısı’nda sinemaya götürülüşümüzü (Aslan Krala gitmiştik), Bostanlı’da aldığım bir org dersinde pencereden gördüğüm küçücük parkın mor banklarının bana nedense çok uçuk gelişini, babamın bana vapuru öğretmek için bir cumartesi günü beni Pasaport İskelesi’ne geçirişini ve rastgele bir kuyumcu vitrininden öylesine istediğim bir kolye ucunun (gümüşten, bütün eklemleri oynayan bir palyaçoydu) babam tarafından ikiletmeden alınışını, Yalıboyu Apartmanı’nın arka balkonundan görünmeyen her yeri ve arka balkonda ben oyun oynarken karşı balkondan benimle konuşan teyzeyi, salonun penceresinden bakarken sahil yolunun karşısında gördüğüm pamuk şekerciyi “şeker” diye tutturduğum için cümle alem balkondan bağırarak çağırışımızı, her okul dönüşü dondurma aldığım bakkalı, ben orta ikideyken ilk ve son kez yağan karı (ki bu bir şenliktir aslında, “İzmir’de kar var!”, saat kulesi ve palmiyelerde kar, neredeyse fantastik bir görüntü), orta sonda iyi geçen bir dershane sınavının sonunda yağmur altında eve dönmek için çıkmışken ailemin köşe başında habersiz belirip beni sinemaya götürüşünü…

Sonra ikinci kısım var aklımda. Burası Mavişehir. Duvarları olmasa da güvenlik görevlileri olan bir site. (Toplu konut deliliği yeni başlıyor, “kent içinde bir huzur yuvası”. EGS park, sabah mahmurluğu ve her şeyin sona erdiği hissi. Daha doğrusu “yeni hiçbir şey olmayacak” hissi. Hep İzmir de uyanacağım gibi, hep Altınyol’dan eve varacağım gibi, hep en fazla Pan Kitapevi’nde zaman geçireceğim gibi, hep aynı şeylere sinirleneceğim gibi, burada boğuluyormuşum gibi.)

Yaşlandım hâlbuki ben İzmir’de. Ben kendimi bilecek yaştayken Karşıyaka İskelesi’nin üst katı kocaman bir kitapçıydı, dört katlı, en alt katta dergiler, orta katta kitaplar ve CD’ler, bir üst katta sadece kitaplar vardı, en üst katta ise küçücük bir sinema (bu sinema sadece güzel olduğuna inandığı filmleri gösterirdi ve yeni film alma zahmetine pek girmezdi, Titanic’i bir iki sene göstermişlerdi) Sonra zaman geçti alt kat dekoratif mobilya mağazası oldu. Zaman geçti orta kat önce kafe, sonra atari salonu sonra başka bir şey oldu. Sonra daha da zaman geçti satıldı kentin gözündeki kitap evi Garanti Bankası oldu. Ve böylece Karşıyaka Çarşısı’nın girişi, yani şu boğumlu kentin en kızgın noktası gerçek bir kapital üçgen içinde kaldı: bir ucu eski Yapı Kredi yeni Akbank, bir ucu İş Bankası, bir ucu Garanti Bankası.

Ya da mesela Mavişehir’in ortasındaki büyük çocuk parkında şimdi işlevsiz bir şemsiye gibi duran ve şu an her çocuk için işlevi bir muamma olan eski dönme dolap iskeletini tanıyan son insanlardanım. Sonra Mavişehir’de bakkal bile olmadığı zamanları bilirim. Her şey için en yakın Bostanlı’ya uzanmak gereken zamanları, sonra yavaşça önce Kipa, sonra Egs, sonra CarfourSA’nın açılışını, Mavişehir’in başka toplu konut alanlarıyla çevrelenmesini, Atakent ile Mavişehir’in arasında kalan yeşil kavşak karnında otlayan gecekondu kaçkını yılkı atlarını, sarhoş sürücülerin o atlara çarpmasını ve hep böyle uzayıp giden noktasız virgülsüz esnetilen Ege usulü zaman darlığını ve mekân kıtlığını…

Zamanın bu süre gidişi içinde belleğimde bir kırılma var. Kenti algılamamla ilgili büyük bir kırılma. Alışkanlıkla sevilip benimsenen bir yerin nasıl nefrete dönüşebildiğinin açıklaması. Bir anlama noktası belki, Dostoyevski’ye göre sara krizine girmeden önce algıların açıldığı o son saniye, bana göre bir boşluk anı – kulak çınlamasının bir anlığına her şeyi silmesi gibi. Kim demişti çocuklar ilk hayal kırıklığında büyür diye?



Boş bir an var sonra. Tavana bakıyorum. Sanırım bir elektro şoktan sonra bilinç kapalı ama gözler açıkken insan tavana böyle bakar. Sonra bir bilyenin yere düşme zorunluluğu gibi öfkeleniyorum. Öfkeyi o gün öğreniyorum.



Ve sonra İzmir. Büyük harflerle İZMİR, küçük harflerle izmir, tabelalarda İzmir, yerde ve gökte, her yerimi bir sur duvarı gibi çeviren ve dişlerimden parmaklarıma her yerimi kilitleyen İzmir.

İzmir.




Oysa İlhan Berk ne denli sevgiyle anlatı Uzun Bir Adam’da İzmir’i. Bir arkadaşıyla bisiklet çalıp Manisa’dan üç saatte gitmişlerdir yeniyetmelikte İzmir’e ve bu şehirde görmüştür denizi ilk ve hiç şaşırmamıştır hep resimlerinde boyadığı için denizi. Babam için de özgürlüktür burası, çalışan tek akrabalarını sömürmeyi analık, kardeşlik, teyzelik, amcalık bilen bir ordu insandan, Bergama’dan kaçıp gelinen yerdir İzmir. Üniversiteye gelenler için, umut ederek hemşeri yanına göçenler için, gericilikten çok korkanlar için, ne çok insan, ne çok insan için özgürlüktür benim pranga bildiğim ve hiç de öyle hasretinden prangalar eskitmediğim bu yer.



Size ne güzel şeyler anlatabilirdim oysaki değil mi? Kent melankolisinden vururdum kendimi aşağı, akşamüstü yalnızlığından çıkardım, Kordon’da gayet kamusal ot içen tüm insanlara sevgilerimi iletir, Kıbrıs Şehitleri’nin çakma punklarını yanaklarından öper, Karşıyaka holiganlarıyla beraber gece yarısı Göztepe’ye sprey boyayla baskına gider ve duvarlardaki tüm Göztepe yazılarındaki “z”leri “t” yapar, eve “kız arkadaşında ders çalıştıktan sonra sabah erkenden dönen” daha on sekiz olmamış küçük kızların saçını çeker, Alsancak İskele’sinde gitar çalan ayağı aksak abiye ne kadar bozukluk varsa verir, bütün gün bir baltaya sap olmaya mecali olmayanlar gibi dolanıp dururdum. Size 121 numaralı otobüsü (ki çok ayrı bir yazı konusudur kendisi), bisiklete binmeyi, Alsancak BugerKing’de başlayan ve biten orta sınıfa mensup ergenlerin aşk çokgenlerini, Yakın Kitapevi’nden el yapımı cam divit satın almayı, Dantel Sokak’a sapmayı, Kıbrıs Şehitleri’ndeki sokak tiyatrolarını ve güneşli günlerde bilmem hangi örgütün yaptığı yere oturup kitap okuma eylemlerinin muhteşemliğini, güneşli günleri, Fiesta Kafe’de fal baktırmayı, Gazi Kadınlar Sokağını, Viran Gönüller Kahvesini, Konak Meydanı’ndan Karşıyaka vapuruna yetişmek için koşarken kumru alamamanın acısını, Bostanlı sahilinde pelikanları izlemeyi, İzmir’in çok sakıngan baharını sadece pembe-beyaz çiçek açan badem ağaçlarından anlayabileceğinizi (doğru ya, ben İstanbul’a gelene kadar bahar diye bir mevsimin neden ayrı bir adı olduğunu hiç anlayamamıştım) … anlatabilirdim evet.

Ama üzgünüm, bunları anlatasım yok. Size ne İzmir’in ölümcül cazibesini (gerçek bir emeklilik hayali), ne İzmir’in kuytusunu, ne de ayazını (el ayak kesen, şehvetten delirmiş gibi dudak patlatan ayazını) anlatasım var…

Gidince kendiniz öpüşürsünüz palmiye ağaçlarının altında. Canınızın çektiği gibi âşık olur, gece bağırabildiğiniz kadar bağırırsınız, olur çünkü bunlar Ege kıyısında. Benim çocukluğumu geçirdiğim ve çocukluğumla beraber terk ettiğim İzmir’de eğer üniversite öğrencisiyseniz, eğer özgürseniz, eğer âşıksanız; eski bir evin cumbasından sokağa sarkan büyük göğüslü basma entarili azgın teyzelerin ergen çocuklarda uyandırdığı duyguları uyandıracaktır o şehir sizde.



Oysa benim için asla öyle olmadı bir daha.


DENİZ BAŞAR

Dosya- FORMÜL ÖZÜ

Çocukken dünyanın güzelliği bahçeden topladığım çiçeklerin çokluğu kadardı. Çünkü onları ezmek suretiyle, karıştırarak ne olduğu belirsiz, formül adı verilen bir karışıma dönüştürüyorduk. Ne kadar yabani papatya o kadar çok “ formül özü” demekti. Ne kadar çok formül özü, arkadaşlar tarafından o kadar kabul edilmek demekti. Bahçe ve balkona ilişkin anılarımı kendi zihnimde kurduğum kente aktarmak çok zor, çünkü gerçek kentle bağlantı kurmaya başladığım zamanlarda çocukluğum geride kalmıştı.




“Nerede oturuyorsunuz?” sorusuna 5 yaşından beri “Batıkent” diye cevap veriyorum (Ondan önceki oyun alanım olan Subay Evlerini ise, arkadaşım Eren anneannesinden sürekli dayak yediği için hatırlamamaya karar vermiştim).

Batıkent, Yenimahalle Belediyesi’ne bağlı, 1973 yılında Vedat Dolakay’ın belediye başkanı seçilmesiyle, çarpık kentleşmeye çözüm olması amacıyla üretilmiş bir projedir. Murat Karayalçın döneminde altyapısı sağlanmış, Melih Gökçek döneminde metro hattının tamamlanmasıyla, şehir merkezine 25 dk uzaklıkta, sitelerden oluşan bir yerleşim birimi haline gelişmiştir. En fazla 5 katlı binaların bulunduğu, bahçeli ve müstakil konutların yer aldığı Batıkent’in, şimdilerde, yeşil alan olarak ayrılmış parsellerin, 14 katlı yedişer tane devasa konutla kaplanmasıyla, kendi kendini çarpıttığına tanık oluyorum. En azından ben kendi çocukluğumda mutluyum, o zamanlar gözüme çarpık gelen pek az şey vardı, mesela dizlerim:



Dizlerim yara bere içinde bahçe duvarlarından tırmanıp, bahçedeki ardıç ağaçlarının meyveleriyle besleniyor süsü vererek izcilik oynardık. Şimdi Kevin Lynch’ten haberdar olduğuma göre, çocukluğumun unutulmaz nirengilerini sıralıyorum: Toplanıp yerden yüksek oynadığımız, sitenin ortasındaki küçük park çocukluğuma damgasını vurmuştur. Öğlen vakti 45 derece sıcaklıkta salıncakta gözlerim kapalı hırsla sallanırken midemin bulanışını hala hissedebilirim.

Evimizin önündeki sokak lambasının altında, daima çizili duran seksek tam bir odaktı işte! Evet evet, çünkü tam yanında çin-çan da oynardık. Orada yakan top da oynadığımızdan cılız kollarımla topu yeterince fırlatamadığım için dahil olduğum sosyal grubun içinde zayıf halka seçilirdim.

Sınır algım ise sadece saklambaç oynarken ortaya çıkardı, çam ağacı ve bahçe duvarları dışında, doğal ve yapay sınır tanımazdım. Sonraları sosyal sınırlarla karşılaştım ama Kevin Amca henüz onları benim için tanımlamamıştı.

On bir yaşımda, 2 tekerli ve vitesli bisikletim sayesinde, “bağlantılar” kurmayı başardım. Gerçi bu bağlantılar, evin 50 metre ötesindeki büfe ve parka çıkan dik yokuş arasında, trafiğin neredeyse olmadığı 3. dereceden yollardan oluşan bir güzergahtı. Yaşadığım her yer homojendi, ama en çok küçük parkımızı sevdiğimden, orası en yoğun eğlence bölgesiydi…



En son geçen yaz, çok da yıldız vardı, o küçük parkta çocukluğumu görmeye gittim. Nerde o eski çocuklar dedim, içlendim. Gökyüzü, yine bu parkta kahkahalar içinde, “daha hızlı salla baba, daha hızlı” diye haykırdığım o güzel gece gibiydi. Elimle havayı karıştırıp çocukluğuma bir selam çaktım, elbet yıldızlarda bir yerlerdeydi…

GÜLŞAH EKER

SALINCAK

Yılkı atları misali bir yorgunluk



Bu genç yaşımda sis sirenleri



Mezuniyet için sözlü sınav bittiğinde Engin Bey doğu yeşili hareli gözlerini, açık kumral sakalı gür ve yıpranmış yüzünü (tüm yitik devrim hayalleri, işkence günleri ve hasretten prangalar eskitmelerden sonra elde kalan didaktik ve sonsuz gündelik işler silsilesi içinde Muş’lu bir adam: Engin Bey – edebiyat öğretmeni – ölümünden sonra Che Guavera) bana çevirdi ve genel eleştirilerini yaptı. Her zamanki gibi ortalama bir iş yaptığımı düşünüyordum ki Engin Bey kısa ve müzikal bir esten sonra benimle gurur duyduğunu söyledi. Bir gülümseme zorla büyüdü içimde.



Ve buhranlı bulantılı sıkıntılar


Soğuk algınlığı depresyonlar


Okul çantası ve cefakar büyüme sızıları



Sınav bitince çıkıyorum, hala mutluyum içimde uçuverecek bir kuş gibi korkuyla özgürlüğe açılıyorum: okul kapısından öğle vakti çıkmak! Mutluluk hemen serçelerin şaşkın ve nedensiz ataklığıyla kaçıvermek için fırsat kolluyor.

Otobüs bekliyorum durakta, gelip geçen küçük çocuklara acıyorum; daha kaç tane sınava girecekler, kaç kez okul yolunu bitkin dönerken otobüste ayakta kalmak istemeyen mor farlı komşu teyzeler altın günü dönüşü onları ayakta kalmaya zorlayacak ve terbiyesizliklerinden dem vuracak, kaç kez zayıf alacaklar, kaç kez ailelerini, öğretmenlerini ya da kopya için onlara güvenen arkadaşlarını hayal kırıklığına uğratacaklar? Zavallı çocuklar…



Ve peltek körüklü otobüste gecekondu sıkışıklığı


Cehennemi inkar seansları ve östrojen


İnsan kokuları ve korkuları



Otobüse şeker pembesi baharlık montumla açık mavi gökyüzünün kıpırtısızlığına gülümseyerek biniyorum. Dinginlik ışıldıyor üzerimde, bu tüm mutsuz bakışları mıknatıs gibi çekiyor - kan kokusu alan köpek balıkları gibi… Fark ederler dinginliği ve fark ediyorlar.

“Hanımefendi öğrenci kartınızı gösteriniz!”

“Öğrenci kartım yanımda değil, artı miktar neyse ödeyeyim.”

Ödeyip uzaklaşıyorum. Şoför beni bozamamaktan huzursuz arkamdan duyulabilir şekilde mırıldanıyor: “Öğrenci değilsiniz zaten.” Siz diye hitap ediyor – zavallı adam puslu bir kahvehane aynası gibi kendine nasıl hitap edilirse öyle hitap etmeyi düşünerek değil yansıtarak becerebiliyor. (“Bu memuriyetle özdeşleşmiş sonsuz memnuniyetsizlik durumu.”) Adam o kadar hoyrat mırıldanıyor ki söylediği şeyi ancak bir iki saniye sonra anlıyorum ve cevap vermek için geç kalmış oluyorum.



İç bayan pahalı parfümler gibi yapışkan korku


Öylesine ki dehşet


var gücünle haykırsan da boşalmayan



Şu bir iki kuruş için kesilen faturalara bak, bu insanlar ki hepsi kirli yüzlü, pis sakallı yıkanmamış ve yıpranmış üniformalar giyen adamlar, adamcıklar, sonsuz bir sıkıntı içinde her huzura çomak sokmayı iş edinenler. Tek tek ancak bir deve dikeni kadar zararlılar fakat birleşince bir canavar ediyorlar.

Bu canavardan kaçma hayali kuruyorum, onların asla giremeyeceği yerlere: kütüphaneler, üniversiteler, müzeler, tiyatrolar ya da Beyoğlu bağımsız sinemaları…

Konak meydanını vapur için (deniz için) çakıllı yoldan yürüyerek aşarken bu canavarın parçaları beni gözetlemeye devam ediyor, bir an başlarını kaldırıp sarı ya da kanlı –yara gibi- gözleriyle bana bakıyorlar sonra başlarını çeviriyorlar – bana bakmaya bile tahammülleri yok – olmasında!



Faili meçhul bir güz akşam üstü


üzerimde pardösü ve lacivert kadife botlarla, İstanbul’da


burnum sürtülmüş kaldırım taşlarına



Onca platin saçlı güneş gözlüklü kadın varken bu tüküren, göbeğini kaşıyan, sümküren ve homurdanan yaratık niye beni izliyor? Bu kadar hasetli mi huzura bu tırnaklarının arası bir milim kir ve geçen mastürbasyondan kalma döl ile dolu adamlar?



cephanesi bitmiş öfkemin



Not alıyorum, sonsuz zihin notları, hep yazılacak öyküler var, bazen benden sadece bu kalıyor. Harikalar Diyarında havada sadece sırıtışı asılı kalan kedi gibi, varlığımdan sadece elim kalıyor geriye: yazan bir el.



devralmış hüzün vatani görevi


bir es


ve mutlak ateşkes vakti



Bu bahar günü tuhaf bir kıpırtı var içimde. Öylesine; yok yere: dilde erirken tat tomurcuklarında havai fişekler patlatan pembe pamuk şekeri gibi, bir akşam üstü alacasının dinginliği tenimde buğu gibi zerre zerre birikmiş bunca zaman, yeni fark ediyorum.



Yol bitiyor… Sınav çıkışı, eve dönüş.



İşgal edilmiş bir dönem gençliği ile salıncakta sallanmak


Ve uyumak hayali


DENİZ BAŞAR

KEDİ : Masalistan'da İlk Gün

KEDİ: MASALİSTAN’DA İLK GÜN



"Oynama Burhan, oynama...Oynama şıkıdım şıkıdım.. Millet çıkmış meydana.. Kızları almış yanına..Yukarı da Burhan, yukarı..Çık ağaçtan indir kediyi.. Oynama Burhan, oynama.. Şıkıdım, şıkıdım oynama.."

İtfaiye aracının merdiveni ağır ağır yükselirken sepetin içindeki itfaiyecilerden biri, Burhan, kendini meydana kurulan dev hoparlörlerin yaydığı müziğin ritmine kaptırmış hem söyleniyor hem oynuyordu.

"Ohh! Keyfin yerinde Burhan Abi, ikicik de dönseydik bari."

"Ne keyfi, oğlum? Keyif yapanlar meydanda. Onlar oynuyor şıkıdım şıkıdım, biz çıkmışız ağaç tepesinde kedi avına. Sinirden oğlum bizimki, oynatmamak için kafayı oynuyoruz, anlayacağın."

"Valla ben orasını anlamam, Burhan Abi, aşağıda televizyoncular bizi çekip duruyorlar; şöyle sepetin içinde bir iki figür patlatsak akşama kesin televizyondayız. Millet Tarkan'ı değil bizi konuşur, meşhur oluruz, meşhur."

"Bırak oğlum bu işleri. Kaç dündür televizyonlardaydık işte, kanal kanal gezdik, yetmedi mi? Hay mübarek hayvan, ne bok aramaya çıktın bu kadar tepelere? Gel pisi pisi."

"Abi, bu hayvan korkmuş, havai fişeklerdendir."

"Saçmalama oğlum, fişeklerden korksa ağaca çıkmazdı; yukarıda patlıyor fişekler, yerde değil."

"O zaman garanti gökten inmiştir."

"Şimdi sana bir kafa koyarım, Rıza, gökten kedi mi inermiş itfaiyeci mi, cümle alem öğrenir canlı yayında. Dalga mı geçiyorsun ulan, benimle. Gökten inmişmiş…”

Kedinin de söyleyecekleri vardı yaklaşan sepetteki adamlara. Nereden başlayacağını bilemiyor, başına gelenleri toparlamaya çalışıyordu, ama çabasının boşuna olduğunun da farkındaydı; kim inanırdı ki Göttingen’de, üniversite caddesinde yürürken tanımadığı birinin saldırısına uğrayıp boğazı ve bedeni sıkılıp fare kadar küçültülecek, sonra önüne atıldığı kedi tarafından yutulacak ve saldırganın kediyi kuyruğundan tutup havaya fırlatmasıyla taa buralara kadar uçarak gelmiş olacak.. Umutsuzca bile olsa bir şeyler söylemek için atıldı:

“Miyavvv!”

İşte o anda Jacob, hiç tanımadığı bir ülkede, bilmediği bir zamanda, kocaman bir çınar ağacının tepesindeki incecik bir dala tırnaklarını geçirmiş, yerden metrelerce yukarıda durmak ve sırılsıklam ıslak olmaktan falan değil, derdini anlatmak için ağzını açtığında miyavlamaktan başka bir şey yapamayacağını anlamış olmaktan dolayı gözleri yuvalarından fırlamış, tüyleri diken diken olmuş bir durumda tir tir titremeye başlamıştı. İnsan gibi düşünecek, insan gibi algılayıp yorumlayacak, okuduğu, yazdığı onca kitabı, yaptığı bütün araştırmaları satır satır anımsayacak, sonra birden, öyle yürürken, kardeşi Wilhelm onu cafede beklerken bir şeyler olacak, kedi olacak, miyavlayacak.. Sadece miyavlayacak..

“Miyavvv!”

“Abi, fena ürkmüş hayvancık. Direğe çıksa elektriğe kapılmış sanırdık, kirpi gibi olmuş valla, tüylere bak.”

“Saldırmasın lan bize. Ver şu eldivenleri bana.”

“Yüzüne atlamasın yeter, abi.”

“Sağ ol, Rıza, uyardığın için Allah razı olsun.”

“Sana da yaranılmıyor bu gün, ne söylesek fırça yiyoruz. Sen de sağ ol, Burhan Abi.”

“Şimdi de triplere girdik.. Bırak kapris yapmayı da bezi hazırla, ben kediyi alınca ürkütmeden üzerine örteceksin, tamam mı?”

“Tamam abi, tamam. Ben hazırım.”

“Gel pisi pisi.”

“Miyavvv!”

“ Burhan Abi be, kızmazsan bir şey söyleyeceğim, ha?”

“Eh! Söyle bakalım.”

“Abi, bu kedinin miyavlamasında biraz Alman aksanı mı var, bana mı öyle geldi?”

“Oynama, Rıza, oynama.”

Hiç direnmedi Jacob, itfaiyeci onu sımsıkı sarıldığı daldan bir tırtılı söküp alır gibi her tırnağının tek tek ayrılışını hissederek kopardığında ne olur ne olmaz diyerek yüzünden uzak tutmaya çalışmış ama, uysallığını görünce çaresizliğine ve eğitilmiş olduğuna yorarak yavaşça göğsüne yaslamış, elinde bezle hazır bekleyen Rıza’ya “Gerek yok.” işareti yapmıştı. O anda tüm vücuduna, kedi vücuduna, yayılan sıcacık bir güven ve rahatlama duygusuyla ağlama krizine giren Jacob’dan dışarıya yansıyan mırıltılı ve hırıltılı belli belirsiz bir kedi miyavlamasıydı sadece. Artık neler olduğunu anlamaya çalışmaktan çok bundan sonra neler olacağını düşünmek zorunda olduğunun farkındaydı ama, buna hazır değildi. Az sonra yere inecek ve yepyeni bir hayata başlayacaktı ki, hiçbir şekilde tahmin edemeyeceği şartlarla baş etmesi gerekecekti. Hiç bitmesin istiyordu daldan yere doğru olan bu yolculuğun, başını okşayan itfaiyecinin eldivensiz elinin sıcaklığını kaybetmekten korkuyordu.

“Allah muhabbetinizi arttırsın, Burhan Abi, daha önceden tanışıyor muydunuz?”

“Bir bilişte bildin Rıza, Almanya’dan tanışıyoruz kendisiyle..”

“Burhan Abi, kediyi boş ver de aşağıya bir bak, şu televizyoncu kız önceki gün bizimle eylem çadırında röportaj yapan kız değil mi?”

“Hani lan?”

“Sağ tarafa bak abi, ta kendisi valla.”

“Oğlum, nerden çıktı bu kız şimdi ya? Bizi tanırsa yandık demektir.”

“Ne yaptık ki, abi?”

“Ne demek ne yaptık, Rıza, daha iki gün önce “İstanbullu, itfaiyene sahip çık!” diye bağıran, başkana kafa tutan, atan tutan biz değil miydik?”

“Haksız mıydık bağırırken abi, ekmeğimizin peşindeydik.”

“Haklıydık tabii. Ama ne oldu şimdi; bağırdık çağırdık, iki gün geçti aradan, hepsini yaladık yuttuk.”

“Onu da ekmeğimiz için yaptık.”

“Oooldu canım. Sana sorarsa öyle söylersin. Ben karşılaşmak istemiyorum, televizyonlara çıkıp cümle alemin önünde Tarkan gibi kıvırmak istemiyorum. Bir yolunu bulup kurtulalım şu kızdan.”

“Senin Alman arkadaşı salalım kızın üstüne, onunla oyalanırken sıvışır bineriz aracın içine.”

“Al, senin olsun, Rıza, bildiğin gibi yap. Gözü çıksın bu yoksulluğun, düştüğümüz hallere bak, ekmeğimiz için.”



Masalistan toprağına ayak basması bazı ulusal ve uluslar arası kanallarda canlı yayınlanırken jacob, televizyonlara çıkışının ne ilk olduğunun ne de son olacağının –hatta televizyon diye bir şeyin var olduğunun- farkında ve bilincinde değildi. Tek bildiği, yapılan bütün bu törenlerle, kutlamalarla Masalistan’a gelişinin bir ilişkisinin olmadığıydı. Ve bir de patilerinin altını üşüten soğuk asfaltta koşar adım ilerlerken karnının acıkmaya başladığı..



ÖYKÜ ÖZKAN

6 Mart 2010 Cumartesi

Editör Yazısı???

Merhaba, sevgili Yalınayak Dergisi okuru. Çekirdek kadromuz, şu an bakmakta olduğunuz şehircilik ve aylaklık dergisine ilk sayıdan desteğinizi eksik etmediğiniz için size minnettar. Haklı olarak bizim kim olduğumuzu merak edeceksiniz. Biz beş tane Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde okuyan (biri her ne kadar İstanbul Teknik’e geçmiş olsa da) ve kendini başka bir kadro ve üslupla ifade edemeyeceğine inanan, sıradan Şehir ve Bölge Planlama ikinci sınıf öğrencileriyiz. Bir de kendimizi “çok ciddiye almak” gibi sinir bozucu bir huyumuz var tabii, baksanıza az bir okumuşluğumuzla “ciddi konular” üzerine ahkâm kesiyoruz. Ama okul çıkışı İstiklal’de turlayan her aylak gibi, aslında kendimizi istediğimiz kadar ciddiye de alamıyoruz, hiçbir sıkıntıyı pek ciddiye almadığımız gibi.


Ve evet dergiyi çıkarmaya rıhtımda sigara içerken karar verdik.

Ve evet aramızdan biri örgütlenmesi kıt olan diğerlerini gaza getirdi: Gizem – Genel Yayın Yönetmeni

Ve evet, “inanılmaz ama gerçek” diye tarif edebileceğim bir şekilde bizim ipimizle kuyuya inen, yani bize güvenen, anlayan ve destek veren hocalarımız oldu. (Özellikle Rahmi Öğdül’e çok teşekkür ederiz.)

Ve evet içimizden birini “sen anlarsın abi” coşkusuyla editör yaptık: bendeniz.

Ve evet aramızda kente hepimizden başka gözlüklerle bakanlar vardı, onlar kentten korkmak üzerine bizi düşündürdü: Duygu

Ve evet kenti masal renklerine de boyayabilirdik yetişkinliği tüme ermemiş her çocuk gibi: Öykü

Ve evet teknik bir gözün ince mikroskobunda analiz de yapabilirdik insan bedeni kadar simetrik mekânlar için: Gülşah



ya da kente yalan söyletebilirdik, kenti keşfedebilirdik, sokağın panaromasını bir kere de biz çizerdik, ayaklanmaların, operasyonların, buldozerlerin yok ettiklerinin hikayelerini derledik, alçaklığın evrensel tarihine bizim de ekleyeceklerimiz vardır elbet ve evet her hız düşkünü gibi kenti çok sevdik.



Ama sevgiler de birbirinden farklıdır, biz bir şeylere “rağmen” değil, bir şeyler “için” sevmeyi bilenlerdeniz, yani düzeltmeden önce düşünenlerden, çünkü her iyi niyetli düzeltmenin bozduğu bir şeyler mutlaka vardır.

Bu yazının başında “Editör Yazısı” diyor ama ben sonuna üç tane soru işareti eklemeyi görev bildim. Bu dergiyi anlatan şey o soru işaretleridir, sonuna nokta konulan her cümleyi bir daha düşünelim lütfen (biz deniyoruz en azından).

Şimdi bakınca hiç sevmediğim manifesto üslubunu kullandığımı fark ediyorum ama bu seferlik beni affedin, heyecandandır.



Deniz Başar

5 Mart 2010 Cuma

YALAN

Aksaray-Havalimanı. 1989’da ilk aşaması hizmete açılan hafif metro hattı. Gitmelere, yetişmelere, gelmelere götürür sizi hafta içi 06.00 - 00.30 saatleri arasında. Şehrin ortasına akar aksı çoğunlukla, okulumda okuyorsanız, Merter’de bir arkadaş evinde sabahlamışsanız. Bir yalanın ortasına da noktalanabilirsiniz, hakikate virgül de koyabilirsiniz sabah saatlerinde. Aksaray’dan aktarmayla Akademi’ye varabilirsiniz. Zeytinburnu - Kabataş hattı 2005 yılında yenilendi sizler için. Gerçeklerinizin tam ortasına, doğrularınızın uzağından yakınından geçmeyen paralellerinize çizilmiş diğer bir aks.


Şimdi İstanbul’a yarım saat uzaklıkta bir havalimanındayım. Telefonum çalıyor. Arayan bizim derginin kurucusu. Açamıyorum. İnsan yalanla ilgili bu kadar dürüst yazmaya çalışırken yalan söylemek istemiyor. Dürüst olmak da istemiyor sanırım… Açmıyorum telefonu sonuç olarak işte. Bir işim yok benim zaten, olsun da istemiyorum. Buyurun bir yalan size. Aslında yalan dediğimiz kavram - bir dakika telefonunuz çalıyor, sıra sizde. Açabilecek misiniz?

-Alo anne? ( Şaşırtıyorsunuz beni)

-Yavrum. Nerdesin?

-Yurttayım anne. ( Sevgilinize üzerinizden kalkması için kaş göz ediyorsunuz, sanki yalan söylemek için usturuplu olmak gerek. )

-Tamam canım. Yedin mi yemeğini?

-Yemedim anne, birazdan yiyeceğim. ( Göz kırpıyorsunuz, gülüyorsunuz sevgilinizle beraber.)

-Tamam yavrum. Hadi öptüm seni.

-Ben de.

İstanbul’da bir arkadaş evindesiniz. Geldiğiniz yerde bu kadar kolay değildi yalan söylemek, bilirim. Fonda Radiohead’den Karmapolis, şimdi bu şehrin en güzel akşamlarından birinde çok sevdiğiniz bir filmin kastındasınız istemeden. Karşınızda hayatınız boyunca size en güzel bakmış ve bakmış olacak gözlerle klasik bir ironiyi yaşatmaya çalışıyorsunuz. Hal bu ki yapmaya çalıştığınızın aksine mantığınızla halletmeniz gereken bir durum şu ironi. Siz zannederken zannetmenin en büyük ahmaklık olduğunu, size bu satırları yazmaya çalışan bana bir cümle kuruyor kareli bir masa örtüsünün üzerinde: “Kadın olmak da, e tabi yalan söylemek de zor zanaat be kızım, hele ki bu şehirde.” (Kareli masa örtülerini ben bilmiyorum ama masa örtüsünün tekerlek kadar eski olduğunu sizin de bildiğinizi umabiliyorum sadece.)

Aksaray - Havalimanı hafif metro hattındayım, ilk duraktayım. Neresi son olsun istiyorsam aksi taraftayım işte. Hayatımın en büyük dürüstlüğüne son vermek için yola çıkmak üzereyim. Size kendimden bahsetmemeyi çok isterim ama yola çıktım bile. Ne diyordum telefonunuz çalmadan önce? Yalan diyordum. Sizin doğru olmadığını bildiğiniz ama başkası doğru bilsin istediğiniz, bazılarına av olmamak için doğuştan bahşedilen, kimilerine hayat veren kimi hayatları zehreden, savaşın ortasında cephe değiştirten, bir imparatorluğu yıkıp bir başkasına da kader tayin eden bir ifadedir. Bu yeteneğiniz sayesinde Nobel Ödülü bile alabileceğiniz bir ifade, bir - kimi zaman zincirleme olmasından ötürü birden fazla - harekettir. Bir yalandan ya da yalan dizisinden çok daha fazlasını hak ettiğinizi düşünürsünüz bazı zamanlar, eminim. Bu kentin neresinde olduğunuzu, - klişe bir biçimde - aynadakinin kim olduğunu anlamadığınız günlerde, aklınız belki de şu düzene terslenirken paralelde teslim edeceğiniz o küçücük sembollerden birindedir. Siz yeterince dürüst olsanız gözlerinize dair hiç söylenmemiş olacak yalanlardan birinde, gözündeki morluğa kapıyla samimiyetini yükleyen annenizde, annenizi endişelendirmek istemeyen sizde, dışlanmış ama başarısına dil değmeyen o meşhur diktatörde, söylediği her yalanı gerçek zanneden şizofren bir gelinde ya da düştüğü adada herhangi bir hikaye kahramanlarından biri olmak istemeyen o adamdan edindiğiniz sonra da soğuk metallere teslim ettiğiniz bir cenin ve bunu bir kanguruya hiç söylemeyecek oluşunuzda kalmıştır aklınız.

Bu kentte doğmadım ben. Doğmayı da istemedim ama oldum olalı olmak en büyük hayalim. Bu kentte bulunmak ve bu kentte daha da olmak… Daha fazla yalana batmak, daha dürüst yazmaya çabalarken yazdıklarına sebep olmak. Olmak bir kez daha, bir yalandan yola çıktığını düşünürken sadece kendinden başladığını anlarken olmak. Kimlerin yalanı olduğunuzu, kimilerine yalan olduğunuzu ve kimlerle yalan olduğunuzu; söylediğiniz, size söylenen, söylettiğiniz ve size söyletilen yalanlarla olmak. Evet, yalan diyordum telefonunuz çalmadan önce. Bize nakşedilmiş güzelliklerden biri şu şehirde sanki ama ne yapsaydık yani, renklendirmese miydik bu kenti? Değiştirmese miydik “gelişmekte olan” kavramına sıkışıp kalmış ülkemizi? Yargılarım yaşımdan büyük bilirim. Belki de bilinçsiz, affedin ama fark edin renk verme çabasına itilmiş bu gençliği, fırça olup renge dokunmak isterken, palette boğulmuş bu ruh halini. Paletin de fırçanın da hangi zamanlara uzandığını hala bilmeyen beni.

Saygılarımı sunup veda ederken nostaljik tramvayın penceresinden yalansız bembeyaz bir kent dileyip, dürüst sıfatına layıklığınızı size göstermeyi çok isterim. Yaparım da, yalanlarına ortak bulmak isteği kaçınılmaz elbet insanoğlunda. Size ne kadar dürüst olduğunuzu söyleyenler bunu söylerken ve her söylediklerinde (her seferinde, söyledikleri her tümcede) ne kadar dürüstler? Bir de lütfen sormayı unutmayın bu sefer, hiç İstanbul’da bulunmuşlar mı kendileri acaba?

Duygu Koçer

Tasarımda Simetri ve Simetrik Yaklaşımların İnsan Üzerindeki Etkisi

Tasarımda Simetri ve Simetrik Yaklaşımların İnsan Üzerindeki Etkisi



Geometrik Bir Tasarım: Taşkışla Binası ve Orta Bahçesi.



Şehirsel mekânda yapılan tasarımlarda biçim ve işlev ilişkisi, toplumsal ve siyasal düzene bağlı bir sürecin içinde ortaya çıkar.

M.Ö. 250 - M.S. 1000 yılları arasında biçimlenmede görülen geometrik örneklere, M.S. 1500-1950 yılları arasında tekrar rastlanmaktadır.18.yy.da pozitivizmin hâkim olduğu bir dönemde, Öklid geometrisi geliştirilmiş ve çok geniş problem alanlarına uygulanabilir ilk doğru sentetik türünü sağlamıştır. Tasarı geometri üç boyutlu nesneleri sistematik olarak iki boyutlu mekâna tam bir şekilde indirgeme aracıdır. Aydınlanma döneminin pozitivist düşüncesi bilimsel tahmin, toplumsal mühendislik, rasyonel planlama, rasyonel toplumsal düzenleme ve kontrol sistemlerinin kurumsallaşması aracılığıyla gelecek üzerinde de bir denetim kurmayı hedeflemiştir. Tasarı-geometri bu hedefin oluşmasında önemli bir zemin teşkil etmiştir. M.Ö. 1000-0, M.S. 1000-1500, M.S. 1960-198.. yılları arasında ise, asimetrik, doğaya uyumlu, organik ve insan ölçeğine yakın boyutların kullanıldığı biçimlere yönelik eğilimlerin güçlendiğini söyleyebiliriz.



Tasarımda simetri; geometrik ilkelere bağlı kurgularla sağlanır. Çünkü içeriğinde geometride olduğu gibi disiplin, düzen, denge, uyum, ritim öğelerini barındırır. Simetri belki de insan doğasında bulunan bir düzen olduğundan, simetrik bir biçimlenmeyi de kavramak daha kolaydır. Simetrik düzen bir nokta ya da eksen etrafında oluşturabildiği gibi bir alan çevresinde de kurulabilir. Simetride elemanlar arasında gerilme ve etkileşim vardır. Her eleman kendi etki ve çekim alanını yaratır bu da doğrudan bir kutuplaşmaya sebep olur. Kurulan bu dengenin durgunluğu katı bir kurguyla sonuçlanabileceği gibi tamamen farklı değerlerin ortaya çıkmasına da fırsat tanır. Hassasiyet ve disiplinin simetri için anahtar kelimeler olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda kurulan biçim-işlev bağlantısı güçlü bir tasarımı beraberinde getirir.



Örnek 1





Güçlü bir aks güçlü bir doğrultu belirtir. Mekânda aks, doğrultusunda bulunan öğeye güçlü ve otoriter bir karakter kazandırır. Aksın etrafındaki öğelerle durumu ise bazen olumlu bazen olumsuz sonuçlar verir.



Şehirsel mekânda biçimlenme farklı kompozisyonlar oluşturur: kapalı ve açık mekânların yaratılması, mekânsal bölünme ve birleşme, yönlendirme ya da geri çekme gibi. Bu tür biçimlenmeler bireyin ve toplumun mekân algısını doğrudan etkiler. Aidiyet, hakimiyet, otorite, disiplin, düzen, kontrol, baskı, acizlik, özgürlük, rahatlık, dağınıklık, kaos bir mekansal tasarımın insan üzerinde uyandırabileceği algılardır.


Geometrik Bir Tasarım: İTÜ Mimarlık Fakültesi Taşkışla Binası ve Orta Bahçesi


Binanın tarihsel süreçteki kullanım amaçları, biçimsel ve işlevsel uyumluluk açısından değerlendirme yaparken faydalı olur diye düşündüğümden, yapının kısa özgeçmişini ekliyorum:

İngiliz mimar Williams James Smith ve yardımcısı Osmanlı Kalfa İstefan tarafından 1846 ve 1852 arasında, Mek-teb-i Tıbbiye-i Şahane (Askeri Tıbbiye) için hastane olarak yapıldı. Kırım Savaşı (1853-56) sırasında Osmanlıların müttefiki Fransızların yaralıları burada tedavi edildi. Savaştan sonra uzun süre boş kaldığı için harap olan yapı 1860'ta onarıldıktan sonra kışla olarak kullanılmaya başladı. 31 Mart Olayı* sırasında içinde kalan Ava Taburu askerleriyle Hareket Ordusu birlikleri arasındaki çarpışmalara sahne oldu. Cumhuriyet'ten sonra Maarif Vekâleti' ne verildi; 1943-50 arasında büyük bir onarımdan geçirilip yeniden düzenlenen yapıya İTÜ Rektörlüğü ile Mimarlık ve İnşaat fakülteleri yerleştirildi (1950). 1983'te Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından aynen korunması gerekli 1. sınıf tarihsel anıt olduğu karan alındı. Binaya ait planlar şekillerdeki gibidir:














  Şekil 1 Zemin Kat Planı
















Şekil 2 Bodrum Kat Planı












Şekil 1Birinci Kat Planı Şekil 2 Çatı Katı Planı



Bugün Taşkışla’nın ortabahçesi, şenliklerin yapıldığı, tiyatro oyunlarının sergilendiği, davetlerin ve kokteyllerin düzenlendiği bir mekândır. Projelerden bunalmış öğrenciler için oksijene açılan acil çıkış kapısı, kapalı alanlarda sigara içme yasağı yürürlüğe konulduğundan beri nikotin krizi yaşayanlar için en gidilesi alandır. Çimlerinde uyuklarken kediler tarafından taciz edilebileceğiniz pek de tekin olmayan gizli bahçedir. Şimdiye kadar tasarımda geometri ve simetrinin teknik yanından ve bu bağlamda uygulanışından bahsettim. Ama geometrik kurguların, işlevlerine bağlı olarak ne kadar farklı izlenimler yaratabileceğini de kendi adıma deneyimlemiştim:



Ünlü bir bahçe varmış, farklı bir güruhtan bahsediliyor. Orası kendine nazır, bencilce dışarıya kapalı duvarların içindeymiş. Her köşe saklanmak için, izole olmak için, yalnızlık için ya da bölünmek için tasarlanmış. Bir havuz var bahçede, fıskiyeli, ortak kullanım alanı, belki bir meydan tasarımı için doğru seçim olabilir- iyi ki bir heykel koymamışlar. Denizin dibinden gelmiş biri için fıskiye, bir su öbeği mi? Hayır hayır kesinlikle itici. İnsanlara güzel olduğunu düşündüren başka ne olabilir, tarihin izlerini taşıyan heykeller mi? Geldiğim yerde taşlara yaşam aşılanıyordu… Bir uçtan diğerine yürüyorum bahçeyi, çimlerde uzanan kalabalık grupların arasından geçmek sıkıntı verici, giriş kapısı ne kadar da uzak! Burada dostane bulduğum tek canlı türü yaşlı ağaçlar. Artan ekmeğimi atabileceğim martılarsa, oldukça uzakta. Kapalı, her şeye kapalı. Buraya kapatıldım. Gözetleniyor muyuz? Bir mahkûmun havalandırmaya çıkışına benzetiyorum halimi…



Akademiden ayrılıp, öğrenimime İTÜ’de devam ettiğim günlere alışma zamanlarımın çilesini anlattım size aslında. Bir sevgiliyi terk etmeye benzedi bu okula gelişim. Aidiyetlik duygusunun kendini yabancılığa bıraktığı bir dönemde algılarım bana hep bu mekânda acıklı sayılabilecek şeyler hissettirmişti. Şimdi, havuzdaki ışık oyunlarını ve donmadan önce sonbaharın tüm cevherlerini üstünde taşımasını seviyorum. Bir kapıdan diğerine yürürken ciğerlerime yeterince temiz hava aldığıma ikna olacak kadar zaman geçiyor. Siz de endişelenmeyin, çünkü güvendesiniz. Rahatça için çayınızı, hatta küçük heykellerden birini sehpa olarak kullanın, kızmıyorlar. İstediğiniz kapıdan girin içeri, acil bir durum olursa telaşlanmayın yeterince çıkış var. Samimi bir yer burası, yabancılar pek uğramaz, “biz bizeyiz” rahat olun…



Taşkışla’ya bir kez gelmiş ya da her gün gelen insanlardan, üç sözcükle ortabahçenin onlarda uyandırdığı izlenimi tarif etmelerini istedim. Hemen hepsinin cevabı huzur oldu. Ardından, arkadaşlık, doğa, tarih, sanat, yuva, gizem, yön hâkimiyeti, kolaylık, içe dönüklük, sakinlik, keyif gibi tanımlar getirdiler.



Aslında anlatmak istediğim, bulunduğumuz mekânlar içinde algıladıklarımız ve düşündüklerimiz o mekânla ne ölçüde ilişki kurduğumuza bağlıdır. Buna paralel olarak açıktır ki, geometrik tasarlamış bir mekân bize kuşatılmışlık, baskı hissini yaşatırken, güvende olma, korunma duygusunu da yaşatabilir. Önemli olan mekânın işlevsel ve biçimsel uyumunun bireyleri olumlu etkilemesidir.







* İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra, şeriatçıların ve ıslahata karşı olanların İstanbul'da bazı askerî birliklerin de katılmasıyla 12-13 Nisan 1909'da patlak veren, ama Rumî takvime göre 31 Mart'a denk geldiği için "31 Mart Olayı" diye adlandırılan ayaklanmadır.





Kaynakça:

1. Giritlioğlu, Cengiz; 1998, Şehirsel Mekan Öğeleri ve Şehirsel Tasarım

2. İtü Dergisi/ a; Mimarlık Planlama Tasarım, 2005

3. http:// www.mim.itü.edu.tr/tarihce.htm



Gülşah Eker


Agorafobik Kentin Tarih Boyunca Gelişimi

Agorafobi ve Mekân İlişkisi




Agora İon şehir devletlerinden Helenistik Çağa uzanan süreçte kent meclisinin toplandığı, kararların alındığı, pazar (ticari merkez) işlevi de gören çevresi revaklarla çevrili açık mekândır. Günümüzde ise agorafobi sözcüğü en düz anlamıyla “açık alan korkusu”dur.

Açık alan korkusu nasıl açıklanabilir? Öncelikle bu korkunun mutlak ve tek bir çeşidi olduğu söylenemez. (Zaten korkunun da tek bir çeşidi yoktur, korku için tedirginlikten dehşete uzanan bir skala çıkarabiliriz. Bu durumda tedirginliğe 1 dersek, dehşet 10 olacaktır.) Fazla büyük mekânlarda (meydanlar, kavşaklar, bulvarlar vs…) oluşan ürküntüden (1) evden apartman boşluğuna çıkamamaya (10) uzanan uzun bir süreç vardır.

Ben bu yazıda bu korkunun kökenlerini (ne psikoloji ne sosyoloji konusunda uzman olmadığımı da göz önüne alarak – fakat yine de kimi zaman iddialı tespitlerle) kent tarihi üzerinden incelemeye çalışacağım.

Öncelikle ilk iddialı tespitimi yapabilirim: agorafobi medeniyetle insan ilişkisinin aksayan yönleri dolayısıyla ortaya çıkmış bir korkudur. Yani insanın neredeyse genetik olan doğal korkularından (bilinmeyen korkusu, buna bağlı olarak karanlık korkusu, yılan korkusu vs…) biri değildir. İnsanın yaşaması için zorunlu olan bir duruma – yani açık alana çıkmaya – karşı doğal bir korku geliştirmesi mantıklı değildir, doğal korkular insanı hayatta tutmak için geliştirilmiş genetik destekli bir savunma sistemidir. Oysa medeniyete ilişkin korkularda bu savunma sistemi insanın hayatını çıkmaza sokmaya başlar. (Örneği basitçe agorafobinin karşı komşusu sayılabilecek klostrofobi üzerinden verebiliriz. Diyelim ki kapalı alanlar sizi boğuyor dolayısıyla asansöre binemiyorsunuz ve bir gökdelenin otuzuncu katına çıkacaksınız. Kolay gelsin.) Bu aşamada bir soru sormalıyız, yeni bir korku nasıl oluşur?

Korkular aslında köken olarak aynı kavrama bağlanır: bilinmeyen. Bilinmeyene karşı genellikle üç tip tepki oluşturulur: umursamazlık (görmezden gelme, yok sayma), merak (keşif duygusunu körükleyen ve medeniyetin üzerine kurulduğu dürtü) ve korku. Bilinmeyen nedir? Bilinmeyen, kişinin belleğinde tanımlı olmayan bir durum, olay ya da kavramın hayatına dâhil olması ile oluşan durumdur. Peki, tüm hayatını bir metropolde geçirmiş, diğer metropolleri de ziyaret etmiş, üst-orta sınıftan bir insanın agorafobiye yakalanması bu tanım dâhilinde nasıl açıklanabilir?

Korku tanımının genişletilmesi gerekiyor, bu durumda bilinmeyen kavramına, bilinmeyeni oluşturan öz de katılmalıdır, yani değişim. Aniden baş gösteren bir agorafobi, hem kişinin kendisinin, hem de kent – açık alan kavramının değişimiyle açıklanabilir, bu durumda bilinen kent meydanları ve bulvarları bilinmeyenlerle dolu tanımsız yerler halini almıştır. Peki, zihinde bilinen bir şeyi bilinmeyen bir şey kılan değişim nasıl yaşanır?

Bunu iki şekilde açıklayabiliriz: işlevi tanımlı sosyal bir ritüel ya da gündelik bir nesnenin işlevinin değişimi ve zihnin algısını bozacak düzeyde karşıtlık içeren durumlar. Birinci durum üzerinden agorafobiyi açıklamaya çalıştığımızda burada hem sosyal bir ritüel değişimi, hem de cansız çevrenin değişimi söz konusudur. Kent mekânında sosyal değişim cansız çevreyi değiştirir ve cansız çevrenin değişimi sosyal değişimi doğurur. Bu açıdan en bilindik örnek Paris’tir, ayaklanmaları bastırmak için ortaçağdan kalan dar sokaklar yıkılmış ve büyük bulvarlar açılmıştır, geniş mekânların pasifleştirici ve iktidarı yüceltici etkisi altında ayaklanmalar gerçekten azalmıştır. Çünkü insan ölçeğinin dışına çıkacak denli geniş ve formel düzenlenmiş mekânlar Orwellvari bir şekilde “gözetlenme” etkisini, yani iktidarın her yerde olduğu sezgisini yaratacaktır. Mekânın algısının değişimi elbette onun kullanımını da değiştirecektir, (Paris’in cafe kültürünün bulvar düzenlemelerinden sonra başlaması bariz bir örnektir – dar bir ortaçağ sokağında bir sokak kafesi sokağın işgali anlamına gelecektir çünkü) büyük mekânda insanlar birbirlerine daha az dikkat etmeye başlayacaklardır ve tensel temas neredeyse tamamen kopacaktır (sivil dikkatsizlik) ve toplamda bu değişime ayak uyduramayan bireylerin sayısı hiç de az olmayacaktır. (Meseleyi ikincil sosyalleşme problemleri ya da nostalji sevdası olarak değerlendirmeyelim. Sosyal değişimlerinde, en basit ayrımla, iki çeşidi vardır: tepeden baskıyla dikte edilen değişim ya da halkın kendi isteğiyle bir değişim geçirmesi. Plancı müdahalesi – planlamanın zaten halk tarafından başlatılan bir değişimi destekleyici olduğu bir iki küçük örnek hariç – her zaman birinci gruba dâhil değişimi kapsar. Bu durumda fiziksel çevrenin değişimine algısını istenilen hızda uyduramayacak bireylerin olması çok normal olacaktır. Bir bireyin bir değişim karşısında alışkanlık kazanması beklenirken yeni duruma karşısında korkması da aynı derecede normaldir.)

Korkuyu oluşturan ikinci durum ise (aşırı kontrastlarla algının bozulması) birinci durumdan farklı olarak daha bireyseldir çünkü değişim kişiseldir. Bu aslında yoğunluklu olarak modernitenin oluşturduğu bir sorundur. Sanayi devrimine kadar dayandırılabilecek olan bu mekân düzenleme yanlışlığı günümüze agorafobiyi oluşturan başlıca etkenlerdendir. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: insan bedeni kendi ölçülerine göre düzenlenmiş mekânlarda rahat edebilir, anatomik ölçünün dışında büyüklük ya da küçüklük insanı rahatsız edecektir. Oysa modernizm iç mekânı daraltırken dış mekânı devleştirmektedir. (Bunun uç örnekleri Japonya başta olmak üzere pek çok gelişmiş ülkede görülmektedir, modernist mimarlar tarafından tasarlanmış yirmi metrekarelik kutu evlerin olduğu bir bölge kentin alt geçit, üst geçit ve viyadüklerle dolu dev bir kavşağına bakabilir.) Günümüzde herhangi bir dekorasyon dergisini incelerseniz verilen çoğu “püf nokta” bilgisinin dar mekânı geniş göstermek üzerine olduğunu fark edebilirsiniz. (Fazla geniş bir genelleme olarak bütün bir minimalizm akımının kapalı mekânı genişletmek üzerinde durduğunu söyleyebiliriz.) Öbür taraftan aynı modernizm dış mekânı azimle insan ölçeği dışında tasarlama yanlısıdır. Kent meydanları ve caddeleri genişletilir, kamusal kullanım alanları da bu genişlemeden nasibini alır tabii: hava alanları ve alışveriş merkezleri bunun en açık örnekleridir. Bu açık zıtlık bir süre sonra algısal bir yanlışlık ortaya çıkaracaktır: dar mekân olduğundan daha dar, geniş mekân olduğundan daha geniş gözükecektir, tıpkı siyah ve beyazın yan yana olduklarında etkilerinin artması gibi. Bu yanlış algılama agorafobiye de klostrofobiye de evrilebilir.

Agorafobinin oluşumu kentsel bağlamda daha dikkatle incelendiğinde bahsedilmesi gereken bir iki önemli ayrıntı daha vardır. Modernizmin rasyonelciliği onu her şeyi tanımlamaya itmiştir ve (başta Le Corbusier olmak üzere) sokağın tanımsızlığı bu plancı tipini çok rahatsız eder. Bu tanımsızlığı yok etmek için tüm mekânlar tanımlı hale gelmeli ve sokak yok edilmelidir.

Sokağın tanımsızlığı nedir? Sokak, insan medeniyeti bir kent dokusu oluşturmaya başladığından beri (ki bu köy yerleşiminin başlamasından sonra olmuştur: 9000 yıl öncesinin köy yerleşimi olan Çatalhöyük birbirine tamamen bitişik evlerden oluşur ve evlere çatıdan girilir, dolayısıyla diyebiliriz ki yerleşimde sokak olgusu kente ait bir kavramdır) her kültürde “evlerin arasında kalan boşluklar”dan daha fazlasını ifade eder. Sokak sosyal bir mekândır ve sokağın cansız çevresi herkes için aynıdır, yani eşitleyici olmasa da denkleyici bir özelliği vardır. Eğer sokak pis ise bu pislik kalantor için de serseri için de aynıdır.

Sokak aynı zamanda sosyal olarak tanımsız bir alandır: her çeşit insan bulunabilir. Bu sokağı hem tekinsiz kılar hem de tanımlı mekânda olamayacak insan etkileşimini sağlar. Bunun karşıtı olan tanımlı mekân ise belli çeşit insanı barındırması için düzenlenmiş ya da ayrılmış mekândır. Gettolar, kapalı siteler, alışveriş merkezleri kısaca kapısında güvenlik olan, duvarlarla ya da yadsınamaz bir psikolojik engel ile ayrılmış olan (sağlam bir örnek olarak: Tarlabaşı Bulvarı) her yer bu kapsama dâhil edilebilir: içeriye kimin alınacağı, dışarıda kimin bırakılacağı tanımlıdır. Bu tanımlılık ve tanımsızlık iki ayrı şekilde agorafobiyi destekler. Tanımlı mekân dışlayıcı özellik gösterir, tanımsız mekân güvenli değildir.

Tanımlı mekânın dışlayıcılığı (sürekli kontrolden geçme durumu ya da gözetlenme hissi) bireyi yalnızlığa itecektir ve bu kolayca evden çıkmama isteğine bağlanabilir. Tanımsız mekânın güvencesizliği ise medya ile her gün tekrarlanmakta olan efsanevi bir korku unsuru olarak modern kent tanımının neredeyse vazgeçilmezi olmuştur. Bu sadece insanların birbiri için yarattığı korku değildir (tecavüz, gasp, cinayet); yüksek sesler, kirlilik ve özellikle son dönemde (gene efsanevi bir yayılış gösteren) salgın hastalıklar gibi korku unsurlarını da zihin hemen bu tanımsız alana yerleştirecektir. Bunlar da aynı şekilde evden çıkma isteğini köreltebilir.

Modern kentte agorafobinin sosyal bir bozukluk olarak daha çok görülmesinin en önemli nedenlerinden biri ise sanal iletişim ağlarının güçlenmesi ile birlikte bireyin “evden çıkmadan da” yaşayabileceği bir ortam oluşmasıdır. Evden çıkmak insanlık tarihinde “ev” kavramının oluşumundan beri süregelen bir zorunlulukken bu zorunluluğun ortadan kalkması bile birey için agorafobiye dönüşecek bir kavram karmaşasına yol açabilir. Bir zorunluluğunun bir anda yok olması rahatlıkla yüksek basınç altında yaşayan bir su canlısının az basınçlı ortamda yaşayamaması gibi bir etki yaratabilir.

Bu aşamada boyumdan büyük işlere kalkışarak yeni bir beden algısından söz etmem gerekiyor. Kentsel mekânın insanın beden algısının değişimine bağlı olarak değiştiği tezi Richard Sennett’in “Taş ve Ten”inin ana söylemidir. Bu söylemin ışığında kentsel mekâna duyulan korku, yani agorafobi, insanın kendi bedeniyle kurduğu ilişkinin bozulması ile açıklanabilir – ya da beden için yeni bir algı gelişmeye başlamıştır. Batı dillerinde “operasyon” sözcüğünün hem ameliyat, hem de kentsel dönüşüm için kullanılması belki de tesadüf değildir.



Kent-Beden İlişkisi’nin Bozulması ve Yeni Beden Algısı’nın Ürettiği Kent



Kent yapay bir çevredir ve tamamen insan için biçimlenmiştir. Dolayısıyla insanın beden algısı değiştikçe kent de buna bağlı olarak değişmiştir. Ege’nin ilkçağında çıplaklığın kutsanışı açık ve görünür mekânı yaratmış, Ortaçağ Avrupası’nda Hıristiyan inancının gönül bağları kente merkezi ve büyük katedraller olarak yansımış, akciğerlerin öneminin farkına varılmasıyla parklar kurulmuş (kentin akciğerleri), dolaşım ve sinir sistemlerinin keşfiyle ulaşım sistemleri önem kazanmıştır. Peki, bugün biz hangi beden algısıyla kent inşa ediyoruz?

Sennett, bunu New York’un sivil bedenleri üzerinden kurguladığı “Taş ve Ten”in son bölümünde bazı önsezilerini de katarak anlatmış. Benim bu son bölüme ekleyeceğim bazı başka şeyler var.

Öncelikle günümüzde insan bedeni eskisi kadar bilinmez değil. İlkokul mezunu bir ev hanımı sabah saatlerinde ev boşken oyalanmak için izlediği kadın programlarından bile üstünkörü de olsa pek çok şey öğrenebiliyor, üstelik bunları tıp profesörleri ellerinde röntgen filmleri ve ultrason taramalarıyla anlatıyor. Çok yaygın olan belgesel programları ve kanalları da insan bedeninin işleyişi üzerine geniş bir bilgi bombardımanı yapıyor. Tabii bir de ideal insan bedeninin nasıl olması gerektiğini ısrarla anlatan diyetisyenler var. Bu günümüze genel bir bakış, artık beden sıradan insan için büyük bir gizem değil, insanın “içinde” neler olduğu genel bir bilgi.

Bu “içinde neler olduğunu bilme” hali, bir nevi “şeffaflık” size de cam ve çelik gökdelenlerin “içini gösterir şeffaflığını” hatırlatmıyor mu?

Aslında insan Batı’nın düalist düşüncesiyle de (“beden - ruh” karşıtlığı) Doğu’nun monist düşüncesiyle de (“beden ruhun yansımasıdır”) bedeniyle tam olarak uzlaşma içinde değildir ama Batı düşüncesinin bu uzlaşmazlığı açık bir çatışmaya dönüştürdüğü bir gerçek. Modern dünyanın Batı düşüncesiyle şekillendiği göz önüne alındığında bu şeffaflık ve homojenlik takıntısını daha iyi anlayabiliriz.

İnsan bedeni çıplakken tekildir, yani hiçbir tümleştirici etki olmadan kendine özgüdür ve diğer insanların gözleri de bu tekilliği fark edecektir. Oysa bir röntgen filminde aynı çıplak beden diğer hepsi ile aynı görünecektir – daha doğrusu bütün sağlıklı insanlar aynı görünecektir çünkü “içi gösteren” bütün taramaların amacı hastalığı teşhis etmektir. Modernist mimari ve planlamanın insanlara böylesi filmler ile baktığını paranoyak bir şekilde hayal eden sadece ben miyim, yoksa cam ve çelik binaların inanılmaz homojenliği, pürüzsüz mükemmelliği gerçekten temiz bir röntgen filmine mi benziyor? İçindeki tüm hastalıklı insan bedenlerini ve düşüncelerini dışarı atacak büyük bir organizma gibi gökdelen – şeffaf demokrasi ilkesi ile şekillenmiş hizmet merkezleri.

Günümüzde iç-dış algısının bozulduğunu söyleyebilir miyiz? Egenin ilkçağında yapılar sade ve tanımlı bir çıplaklık sunarlar, kamusal yapı içini göster ama bu “içini gösterme”nin modernist şeffaflıktan önemli bir farkı vardır, yapı içinin dışında yapının arkasında kalan doğa parçasını da gösterir. Ortaçağın yoğun mahremiyet duygusu ve içine kıstırılan yasaklı duyguları ile yapılar (özellikle gotik katedraller) “içten dışa doğru itiliyormuş” hissi uyandıracak şekillerdedir (örneğin Notre-Dame gibi bir kilisenin dış yüzeyindeki dışarı kaçmaya çalışan iblis figürlerine dikkat edin). Osmanlı klasik döneminde ise camilerin yüksek duvarlarında açılan alçak (yani on yaşında bir çocuğun bile içeriyi rahatça görebileceği kadar alçak) ve kafesli pencereler ise “içeriyi gösterir” ama insana “daha sakladığı şeyler olduğunu” da yeterince anlatır. İç ve dış algısının bu çizgisel olmayan gelişim sürecinde modernizm bir yanlış anlama gibidir. Gökdelen mimarisi sağlam bir iç-dış kurgusundan yoksundur.

Camın şeffaflığı içini gösterir evet, ama burada pornografi ve erotizmin mutlak ayrımından bahsetmeliyiz belki de. Erotizm hiçbir zaman mutlak çıplaklık değildir, örtülü fakat keşfedilebilir çıplaklıktır ve insanın (gene düalist düşünceye dönersek) ruhunu da işin içine katar. Oysa pornografi (ki günümüzün cinsel eğiliminin bu yöne aktığı açıktır) bedenin mutlak çıplaklığıdır ve bu çıplaklık aslında her şeyi sunarak (ya da sunar gibi yaparak) bütün keşfetme arzusunu ve merak duygusunu öldürür.

Burada Roland Barthes’in “striptizcinin çıplaklığı onu her şeyden çok giydirir çünkü ne çalan müzik, ne yapılan hareketler ne de iç gıcıklayıcı kıyafetler doğaldır” ilkesini hatırlayabiliriz. Her şeyden çok sahnenin kendisi doğal değildir. Günümüzde ki yoğun cam kullanımı aslında bir insan vitrini oluşturur, yapay bir sahne gibi. Bu çıplak gibi görünen yapıların içini “çıplaklıklarından dolayı” merak etmeyiz. Oysaki taş binalar (hele ki şu eklektik ve barok olanlar – ya da neo-klasik üsluplular) her zaman eski tip erotizmleri ile merak uyandıracaklardır.

Bugün beden algısını değiştiren tek şey bilgi bombardımanı değildir, beden yeni bilimsel verilerle giderek soyut bir kavrama dönüşmektedir. Konuyu dağıtıyorum ama bu noktada soyut kavramını kendi kullandığım şekliyle tanımlamam lazım: soyut nitelikli bir şey insanın beş duyusu ile algılayamadığı şeydir. Bedenle ilgili son elli yılın tüm keşifleri bedeni aracısız algılanamaz hale getirmiştir – beden ancak mikroskop altında incelenebilir ve bu mikroskoba ancak uzmanlar ulaşabilir. Yani beden “dokunulabilir” özelliğini yitirmiştir. (Oysa septisizmden bir önceki kuşkuculuk duraklarında bile dört duyunun yanlış olabileceği kabul edildiğinde, nedense en doğru bilgiyi dokunma duyusunun vereceğine ilişkin bir inanç vardır – “gözün hatasını el düzeltecektir.”)

Bu soyut bedeni oluşturan ana madde ise genetik bilimi ve nanoteknolojik tıp buluşlarıdır. İronik olarak tanımı henüz açıkça yapılamamış bu yeni beden kendine sanal bir mekân yaratmıştır. Bu sanal mekânda teşhir bir sosyalleşme unsurudur. Sanal mekânın gerçek insan bedenine verdiği uyartılar ise görsel ve bazen işitseldir. Gerçek bedenin algısı açıkça sınırlanmıştır. Bugün kent düzenlemeleri de bu iki duyuya hitap edecek şekilde planlanır çünkü kent mekânı “bireyi bir yerden başka bir yere geçirmekle” yükümlüdür ve geçişkenliğin kolay olması için uyartının azalması gerekir. (Ne de olsa araba kullanırken kimse dikkatinin dağılmasını istemez.)

Bu iki ana değişim (iç-dış algısının bozulması ve kentte kurgulanan sanal mekânın – ki burada “planlanan bir mekânın sanal olmaması mümkün müdür?” sorusu akla geliyor – gerçek insan bedenine yetersiz uyartı vermesi) sonucu planlanan kent beden algısı aynı derecede hızlı değişmeyen bireylerde çok doğal bir korku yaratacaktır, çünkü bu birey kentin kendisi dışında bir yaratık için inşa edildiği hissine kapılacaktır. (Bu yaratık, normal bir insanın on katı hacme sahip araba olabilir mi acaba? Başka bir yazı konusu olarak meydanların kavşaklaşmasından da bahsedilebilir.)



Kentin Çok Kısa Tarihi ve Agorafobik Unsurların Kente Yerleşme Süreci



Bu bölümde kent kavramının tarih boyunca gelişimini fazlaca kısa bir şekilde inceleyeceğim, bu değişimi gözlemlemek günümüz kentini ve onun yanlışlığını anlamak için önemli. Burada çıkarılan kısa tarihçenin öznel olduğunu belirtilmeli, yani bu tarihçe konumuz olan “Agorafobi ve Kent İlişkisi”ni en açık inceleyebileceğimiz bilgilerin kronolojik bir dökümüdür yalnızca.



İlkçağ Kentleri: İlkçağ kentlerinin günümüz şartlarında çok küçük nüfuslar barındırıyor. Kentler genellikle topografyaya uygun düzenleniyor fakat siyasi iktidarın sağlam olması belli planlama kriterleri yaratıyor, tarım arazilerinin korunması, su taşıma sistemleri ve sokak aydınlatma sistemlerinin (Girit’te) kurulması gibi… Bu kentler arasında özellikle Milet’ten bahsetmek gerek, çünkü bu kent tarihte dama planı kullanan ilk kent olma özelliğini gösteriyor. Kentin plancısı Hippodamos. Fakat bu dama plan insan ölçeğinde ve yaya hareketine göre kurgulanmış.

Roma Kenti: Simetri takıntısı ve dama plan, geniş yollar, tanımlı forumlar; günümüze benziyor değil mi? Ama Roma kentini modern kentten ayıran iki önemli özellik var. Birincisi kentsel uyartıların sadece görsel ve işitsel kalmaması (her ne kadar öyle olması istenmiş olsa da). İkincisi ve daha önemlisi ise yolların hiçbir zaman merkezsiz bir ulaşım-dolaşım sistemi haline gelmemesi, çünkü kent umbiliculus’tan yani merkezdeki bir çeşit göbek deliğinden simetrik olarak büyüyor. Yani Roma kenti size görsel olarak bir yönü baskılayacaktır, aylaklık edeceğiniz bir kent değildir. (Modernist kent de aynı şekilde aylaklık etmenizi istemez ama bir yandan da yürüyeceğiniz yönü gösterme zahmetine de girmez – belki de aslında yürümenizi istemez - kafa karıştırmak için kurgulanmış gibidir.)

Ortaçağ Kenti: Kişisel düşüncem tamamen plansız ve organik gelişen bu tip kentlerin insanın kolektif aklıyla oluştuğu: doğada bulunan petekleri düzensiz arı kovanları gibi. Bu kentin pek çok problemi vardır: dar ve dolambaçlı sokakları güvensizdir, sürekli saldırı tehdidi vardır, altyapı ve üstyapı sorunları kenti salgın hastalıklara boğar. Fakat böylesi bir kenttin mantıklı bir boşluk-doluluk oranı vardır, bedeni yapısal olarak tehdit etmez.

Rönesans: Rönesans ortaçağ kentini “az bir planlamayla” hava aldıran perspektif devrimini yapmıştır, kentsel öğelere bir süreklilik kazandırarak (birbirini takip eden binaların pencerelerinin aynı paralelde olması gibi – gotiğin tanrıyı işaret eden dikey hattının dünyevi yatay hatta dönüşümü) insanın üzerinde baskı kurmadan takip edebileceği bir hat çizmiştir. Kentsel öğelere “süreklilik” kazandırılmıştır, öğeler aynılaştırılmamıştır. Bu dönemin özellikle incelenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Barok Dönem: Bu dönem iktidar planlarının ortaya çıktığı dönemdir. Bulvar açmalar, parklaşma ve kapsamlı operasyonların başlangıcı. Ortaçağ kent merkezi iktidarın varlığını belirtecek şekilde yeniden kurgulanmalıdır. Merkezi iktidarın planlamaya etkisi açısından önemlidir. Rönesans’ın süreklilik kazandırdığı kentsel öğeler homojenlik kazanır.

Sanayi Kenti: Kent tıkanmıştır. Nüfusu ve yeni tanımlanan işlevleri kaldıramamaktadır. Kentin üç ana problemi vardır: salgın hastalık, kirlilik ve ayaklanma. Bu kentin yaşattığı problemler modernist ütopyaları ve günümüz kentini oluşturmuştur. Burada bahşetmemiz gereken ana unsur Sanayi Kenti’nin üç büyük probleminin faturasının “sokağa” kesilmiş olması. Burada belirtmeliyiz ki “sokak” arabalar için kurgulanan “cadde” ya da burjuva gezintisi için kurgulanan “bulvar”la aynı şey değildir, sokak yaya hareketi içindir ve hiçbir sınıfı dışlamaz. Modernist plancı (aslında diyebiliriz ki Robert Owen gibi ütopik sosyalistlerden bu yana neredeyse herkes) bu üç ana problemin kaynağını sokak olarak görmüş ve planlarını sokağı yok etmek üzerine kurmuştur. Sokağı yok etmenin insani etkileşimi de aynı şekilde yok edeceği ise yeni fark edilmektedir.



Bugün tasarlanan kent insana uygunluğunu en çok kaybetmiş kenttir. Kent taşıt ölçeğinde düzenlenmiştir, insana yön duygusu verecek uyartılardan yoksundur, kapalı alanları ve açık alanları insan ölçeği dışındadır. İnsani etkileşim engellenmiştir ve kent mekânı teşhirci bir şekilde “vitrin” özelliği kazanmıştır.

Planlanan her mekânın plancının kafasındaki bir “ideal insan” için planlandığı düşünüldüğünde her planlı mekânın dışlayıcı özellik göstermesi kaçınılmazdır. Fakat modernist planlama bu ideal insanı “soyut insan” haline getirmiştir ve kentsel mekân aslında hiçbir insanın gerçekten barınamayacağı bir yer halini almıştır. Agorafobi’nin yaygın bir sosyal olgu olması günümüz planlamasına yapılan en ciddi ve ağır suçlamadır.

Deniz Başar