21 Nisan 2010 Çarşamba

Dosya: BİR VARMIŞ BİR "YOK"MUŞ

Yeşildir benim çocukluğumun kenti… Bursa’da daha önce hiç bulunmamış biri, Uludağ’ın eteklerine kurulmuş, yeşil ve dört tarafı evliyalarla çevrili bu kentte mistik bir huzur bulabilir. Hamamlarında terleyebilir ya da karında üşüyebilir. Yeşil Cami’nin çinilerine “vay be” diyip, Ulucami’deki yeşil vav’ın önünde Hızır’ı bekleyebilir . Doğayı ve insan ruhunu bütünleştirebilir.


Orada doğup büyümeseydim, Bursalıları tanımasaydım ya da çıkarıp atsaydık Bursa’dan insanları sadece doğa ve türbeler kalsaydı ve ben bir gezgin olarak uğrasaydım boş Kozahan’a yani insansız bir kent düşleyebilseydik inanıyorum çok severdim Bursa’yı. Nitekim insansız bir Bursa düşlemeyi beceremedim, Bursa’sız bir Gizem düşlemeyi denedim ve gittim…

Orada yaşadığın 20 yıl boyunca her gün gözünün önünde mekanlar anılarla ağırlaşmışken ve ağırlıkları can yakarken ne kadar mümkün olur ki sadece gitmekle bir şehrin imgelerinden kurtulmak? Hele çocukluğunda bu şehirde oyun oynadıysan.

***

Dedelerimin dedeleri Osmanlı Bursa’yı aldığı zamanlarda Uludağ’ın eteklerinde yaşarlarmış. Bursa başkent olduğunda padişahın saraylarında güreş tutmaya başlamışlar. Çok “kıyıcı” güreştikleri için padişah onlara kıyıcı lakabını vermiş. O günden bu güne kıyıcı kıygıya türemiş soyadımız olmuş. Babam çok büyük bir gururla anlatmıştı bu hikayeyi bana, sonra tanışıp eve getirdiğim arkadaşlarıma ve onların ailelerine… Bu aslını hiçbir zaman araştırmayacağım soyluluk hali saraydan yapışmış babama göre ailemize. Eski Bursalılar ve Bursa’daki esnaflar birbirlerini tanırlar. Evliya kentine yaraşır(!) bir şekilde de muhafazakardırlar.

Kent ve babama göre kentli olma -Bursalı olma, Bursa’da bu aileden biri olma- kavramı çocukluğumdan kazınmaya çalışıldı aklıma. Sözler yaşıma göre seçilmeden, ses tonu yumuşatılmadan. Bayramlarda babaanneme gittiğimizde önce şanlı tarihimizden ne kadar tanındığımızdan bahsedilirdi. Sonra döner dolaşır genç nesile gelirdi konu: “ Aman bize laf getirmeyin. Erkeklerle tek dolaşmayın. Bütün ‘şehir’ arkamızdan konuşur sonra.” Bu konuşmalar yapılırken oldukça küçük bir çocuktum ben. Annem durumun vahimliğini farkedip beni uzaklaştırmaya çalışırdı. Senede iki gün ( ramazan bayramı ve kurban bayramının ilk günleri) dinlerdim aynı baskıcı ses tonunda aynı çirkin kelimeleri. Diğer günlerde ise güzeldi Bursa çocukluğumda.

Eski Bursa Cezaevi’nin tam arkasındaydı evimiz. Küçük bir apartmanda 8 tane kız çocuğu araba tamircilerinin olduğu küçük sokakta ip atlardık. İp atladığım o küçük sokaktan dolayı çok severim sokak kelimesini. Cadde ve sokak iki ayrı kavramdır bizim dilimizde (ingilizcede sadece streettir bunun karşılığı). Sokaktan daha az araba geçer, çocuklar oyun oynarlar ve komşu teyzeler camdan cama konuşabilirler. İnsan içindir sokak. Fakat cadde arabalar içindir. Çocukken sadece sokakta oynamamıza izin vardı. Sokağımızın üst tarafındaki caddeye çıkmamız yasaktı. Saklıca kaçıp caddeden ilk karşıya geçtiğimde çok korkmuştum ve çok heyecanlanmıştım. Önce sola sonra sağa bakarak yolun karşısına geçtiğimde başardım diyip çok gurur duymuştum kendimle ama iş geri dönmeye gelince aynı korkuya dayanamayıp ağlamaya başlamıştım (6 yaşındaydım henüz), sonra bıyıklı bir amca bolca azarla elimden tutup geçirmişti. Koşa koşa anneme ispiyonlamıştım kendimi.


Kültür Park vardı sonra. 10 kuruş değerindeki(içeri 10 kuruşluk bilet alınarak girilir.) büyük gezinti alanı. Dayım, teyzem, annem ve anneannemle birlikte giderdik Kültürparka. Annemler çekirdek çitlerlerdi ben de çimlerde top oynardım. Daha da küçükken annemin elinden kurtulduğum gibi koşmaya başlarmışım Kültürpark’ta, ancak düştüğümde yakalayabilirlermiş beni. Lunapark vardı Kültür Park’ın içinde. Hep aynı palyaçoya binmek için tutturup hep de ağlardım korkudan. Hala durur o palyaço orda.









Babam lunaparkın sesini ve heyecanını kaldıramadığı için sokmazdı beni. Onunla parka gittiğimizde hep Özgen çaybahçesine giderdik, ben Özgen’deki at salıncaklara binmeye çalışırken o geleceğimi nasıl yönlendirmem gerektiği konusunda uzun uzun nutuklar çekmeye çalışır ve kendine göre önemli insanlarla tanıştırırdı (Öp bakalım bilmem ne amcanın elini durumu. “Aman da ne hanım kız” amcaların gerçek yüzünü görmek için 15 yaşımı bekleyecektim.) O yüzden hiç sevmem Özgen’i. Babamla kültürparktaki sayılı güzel anımızdan bir tanesi beni suni gölette kayık gezisine çıkarmasıydı. Annem göletteki suda kurbağalar olduğu için suya dokunmama izin vermezdi ama babam izin vermişti ben de çok mutlu olmuştum.

Suların orası vardı (bizim ailenin dilinde böyle. Buraya herkes farklı bir isim verir havuzlu park vs. Ulucami, Orhan Cami ve Kozahanın ortasında kalan meydandır, eskiden su fiskiyeleri vardı şimdi yok ama adı hala değişmedi.). Çarşıya pazara gittiğimizde annemler havuzun etrafında soluk alırlardı ben de havuzun kenarında oynardım.

Büyüyüp okul telaşına kapıldığımızda kentin içindeki bu güzel mekanların anlamları değişmeye başladı benle birlikte. Artık başarı denilen şey çişimi söylemeyi başarmam ya da caddeden karşıya geçmem değildi. Babamın tanıştırdığı amcalar yanaklarımın tombulluğuna bakıp “aman da ne hanım kız” demiyorlardı artık. Çocukluğumda yalnızca senede iki gün süren can sıkıcı konuşmalar hayatımı kaplıyordu yavaştan. Büyüdüğüm, ip atladığım sokakta araba tamircileri olduğu için kıyafet kısıtlamalarıyla başladı her şey. Çocukluğumda pat pat koştuğum Kültür Park’a hiçbir zaman arkadaşlarımla gidemedim. Çünkü büyüklerin gözünde Kültürpark gençlerin yiyişme alanıydı artık. Suların orda ise 50 tane tanıdık okulumdan başlayıp saç modelime doğru devam eden kırk soruyla beni yargılamaya başlamışlardı. Hiçbir öğretmenim ya da bulunduğum sosyal ortamlarda kimse bana adımla hitap etmezdi, sadece soyadım vardı. Her yerde beni tanıyan gözler vardı, her yere soyadım ve ailemin kimliği benden önce giriyordu. Ve Bursa babamın muhafazakar gölgesinde kendimi varetmeye çabaladığım bir mücadele alanıydı artık benim için.

Özellikle 15 yaşından sonra Bursa içindeki tek özgürlük alanım Arap Şükrü Sokağı oldu. Altıparmak caddesinin üzerinde olan meyhanelerle ve küçük rock kafelerle dolu olan bu sokağa her girdiğimde zincirlerimden kurtulmuş gibi hissederdim kendimi(Bursa’ya her gittiğimde sadece orayı özlediğimi farkediyorum). Balık ve anason kokuları o sokağı bana özel kılardı çünkü babam bu ikili yüzünden asla geçmezdi oradan( hala oraya oturup içememiş olmam da büyük bir ironidir benim için.)

Daha çok şey vadır mutlaka anlatılacak. Büyüdüm mü bilmiyorum ama Bursa 15 yaşıma girdiğimde çocukluğuma özgü mekanları aldı benden. Bir anlamda büyümüş saydı beni. Kanun da 18 yaşını geçtiysen oldun artık sen diyor. Annem bu durumu kabullenmemekte ısrarcı her anne gibi. Babam büyüdüğümü kabulleniyor ama sorsanız daha 17 yaşında der. İstanbul bana 40 yaşındaymışım gibi muamele ediyor. Ben büyümeye her yaklaştığım adımda korkuyorum sokaklarımı, mekanlarımı kaybetmekten. Sorularla devam ediyor büyüme, giderek zorlaşan sorularla…


Bursa şehri dediğim şey Bursa’da yaşayan insanlar mı, yoksa Bursa’nın mekanları mı? Ve hangisini özlüyor çocukluğum, hangi özgürlüğünü özlüyor yeşil prangalı şehrinde?

1-Ulucami hat yazılarıyla süslüdür. Bunların içinde yeşil vav’ın hikayesi vardır. Bir kuşluk vaktinde Hızır’ın burada belirip namaz kıldığını iddia edenler olmuştur. Bu yüzden acil çözülmesi gereken sıkıntısı olan insanlar yeşil vav’ın önende Hızır’ı bekleyerek namaz kılarlar.
 
GİZEM KIYGI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder