5 Mart 2010 Cuma

Kedi

1822 yılının 7 Aralığında yağan sinsi yağmura aldırmadan üniversite caddesinde ağır ağır yürüyen Jacob, on beş yıl kadar önce kaybettiği annesi Dorothe’yi zamansız anımsamanın göğsünde yarattığı sıkışma duygusuyla kardeşi Wilhelm ile buluşacağı cafeye doğru ilerlerken başına geleceklerden habersizdi. Göttingen’den çok uzak bir yerde ve zamanda, ona neler yapacağına henüz karar vermemiş ve daha Jacob’u tanımayan, kim olduğunu, neler yaptığını, nerede ve ne zaman yaşadığını dahi bilmeyen ben, bu buluşmaya asla izin vermeyecektim. Bin tane hınzır fikir birbirinin önüne geçmeye çalışarak kafamın içinde fink atarken bilgisayarın başına oturup internetten Jacob ve kardeşi Wilhelm hakkında bilgi toplama başlamıştım bile. Bir kurban yeterliydi bana, bu yüzden iki kardeşle karşılaşınca önce biraz afallamıştım, ama kısa sürede ikisinden birini, yani Jacob’u seçtim. Sadece içimden öyle geldiği için, başka nedeni yok, Jacob olsun dedim, o kadar.


Bir süre sonra artık hakkında gereken bilgiyi toplamış, onu tanımıştım, kurbanımı; soğuğu ve yağmuru hissetmeyecek kadar dalgın, gün boyu kitap okumaktan yorulmuş fersiz gözleriyle kendisini selamlayan birkaç öğrencisini bile göremeyen ve bu yüzden arkasından gülüşmelerine neden olan zavallı Jacob’u. Yaşam öyküsünü okuyunca etkilenmedim desem yalan olur. Yoksul büyümüş, çok zorluklar çekmiş, büyük işler başarmış iyi bir araştırmacı, derlemeci, iyi bir yazar. İmrendim, takdir ettim, kendimi ona yakın hissettim. Ama bu duygularım beni durduramayacak, bundan eminim, başına getireceğim bütün belaları hak ettiğine emin olduğum kadar. Yürü bakalım Bay Jacob, sana yapacaklarımı ben bile unuttum!

Üç gündür devam eden yağışlı hava bu sabah insanın ruhunu sıkmakta doruğa ulaşmış, cadde ve sokakları karamsar, hiçbir şeyden mutlu olmayan, asık suratlı nemrutlarla doldurmuştu. Yine de kurşun renkli, ıslak, soğuk ve ışıksız havadan başka bir şey daha vardı sanki insanı boğan; doğal olmayan, nefes almayı bile zorunluluk gibi hissettiren yapışkan bir can sıkıntısı. Jacob’un yaklaştığını görünce tünediği banktan yere atlayıp kulağını, boynunu ve kalçalarını bankın ayaklarına sürterek dikkat çekmeye çalışan sarman kedinin belli belirsiz miyavlamasını duyduğu halde, bakışlarını kediden yana kaydırarak onunla göz göze gelmek tam bir angarya gibi geldi Jacob’a. Başka zaman olsa mutlaka durup ilgilenir, eğilip başını ve çenesinin altını okşar, gözlerini kapatıp mutlu mırıltılarla şarkılar söyleyen bu yumuşacık yün yumağının yüzüne bakar, tatlı bir sevgi selinin tüm vücuduna yayıldığını duyumsardı. Ama şimdi canı hiçbir şey yapmak istemiyordu, üstelik kedinin yanından öylece geçip gideceğini sanıyordu. Kedi, kamburunu çıkarmış arka ayaklarını ve kuyruğunu sırayla titretiyor, bankın ayaklarına sürtünmeye devam ederken mırıltı ile karışık miyavlıyordu. Jacob, henüz iki adım uzaklaşmamıştı ki sıkılı dişlerin arasından tıslar gibi çıktığı açıkça belli olan bir sesle dondu.

“Böyle geçip gidebileceğinizi mi düşünüyorsunuz, Bay Jacob? Onunla hiç ilgilenmeyecek misiniz?”

Buz gibi bir irkilmenin bedenini tepeden tırnağa yoklamasına neden olan bu tehdit dolu sese doğru dönmesiyle iki güçlü pençenin boğazına yapışması bir olmuştu. Nefes alamıyor, yerden kesilen ayakları boşlukta çırpınırken bu saldırının nedenini anlamaya, sormaya çalışıyor ama konuşamıyordu. Gözleri yuvalarından fırlamış, yüzü morarmış, kolları güçsüzleşmişti. Kendisine saldıranın yüzünü görme çabaları boşunaydı, çünkü kapüşonun üzerine sarılmış kaşkolun arkasından bakan öfkeli ve kararlı bir çift karanlık gözden başka bir şey görünmüyordu.

“Küçük bir hesabımız olacak seninle, Bay Jacob. Korkma, canını yakmayacağım.”

Jacob, o anda canının hiç yanmadığının farkına vardı; saldırgan, boğazını bırakmış, parmaklarını göğsüne dolamıştı. Parmakları mı büyümüş, Jacob mu küçülmüştü; bir bebeği tutar gibi iki eliyle tüm bedenini sarmış sıkıyor, sıktıkça kemikleri kırılıyor, ama canı hiç acımıyordu. Kendinden geçmek üzereydi, adamın ellerinde ufacık kalmış, bir parmaktan daha küçük olmuştu. Caddede yürüyenler onları görmüyor olmaydı, kimse dönüp bakmıyor, seslerini duymuyor, kayıtsızca geçip gidiyorlardı yanlarından. Hepsinin kötü bir rüya olduğunu düşündü Jacob, derlediği masalların etkisinde kalmış olmalıydı; az sonra uyanacak ve kaldığı yerden –Nerede uyumuş olabilirdi ki? Üstelik hiç böyle uyuyakalmak gibi bir alışkanlığı da yoktu.- yaşamaya devam edecekti. Şimdi, tek eliyle Jacob’un bütün bedenini sarabiliyordu adam, avucunda bir fare kadar kalmıştı. Adam Jacob’u yüzünü yaklaştırdı, gözleri kısıldı, ağzı kapalı olsa da hınzırca gülümsediğini görebiliyordu Jacob.

“Bay Jacob!”

Eğilip Jacob’u kedinin önüne bırakıverdi. O anda yardım isteyen zavallı, sevimli bir yün yumağından dev bir canavara dönüşen kedi, yıldırım hızıyla Jacob’un üzerine atıldı ve onu yutuverdi. Adam, yay gibi çevik bir hareketle kediyi kuyruğundan yakaladı ve havada daireler çizdirerek çevirmeye başladı. Kedi, acıyla viyaklıyor, pençeleriyle her yöne hamleler yapıyor, kıvrılıyor, bükülüyor ama adamın eline ulaşamadığı için tüm çabası boşa gidiyor, yine de teslim olmuyor, aralıksız pençeler savuruyordu.

“Güle güle, Bay Jacob! Tekrar görüşeceğiz.”

Adam, kolunu hızla aşağıdan yukarıya doğru savururken kedinin kuyruğunu bırakmış, gökyüzüne fırlayan kedinin ardından böyle bağırmış ve bir kahkaha atmıştı. Sesi gittikçe uzaklaşıyor, görüntüsü her an biraz daha küçülürken kedi bulutlara doğru yükseliyordu. Şimdi bütün Göttingen şehri uydu fotoğrafı gibi cadde ve sokakları, evlerin çatıları, üniversiteleri ve gölüyle geniş yeşillikler içinde gitgide küçülen bir noktaya dönüşüyordu.

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Almanya’nın Göttingen kentinde, 1822 yılının 7 Aralığında, bir prensin kuyruğundan tutup bulutlara fırlattığı bir kedicik varmış. Kedicik bulutlara doğru yükselmiş, yükselmiş, kırk gün yaz, kırk gün güz, kırk gün de düz gitmiş. Öyle yükseklere çıkmış ki, bir ara bakmış ay çok yakınında. Hatta üzerinde pijamalarıyla bir çocuk, aydan aşağı çişini yapıyor. Çocuk, kediyi görünce utanmış, koşmuş hemen hilalin içine yatıvermiş. Arka fonda kocaman yazılarla DREAMWORKS yazısı bile açıkça seçilebiliyormuş. Kedicik, kayan bir kuyrukluyıldız gibi geçip gitmiş yanından.

Günler günleri kovalamış, haftalar haftaları; kedicik alçaldıkça bulutların arasından yeryüzü seçilmeye başlamış. Aşağıda denizle karanın, ışıkla renklerin birbirine karıştığı bir şehir görünmüş; Kaf dağının güney batısında, dillere destan güzellikteki masallar diyarı Masalistan’mış burası. Kedicik gözlerini alamıyormuş gördüğü güzellikten, öyle kuş gibi süzülüp iniyormuş aşağıya. Ama o inene kadar gün bitmiş, hava kararmış, bütün ışıkları yanmış Masalistan’nın, ışıl ışıl olmuş. Tam kediciğin ineceği anda karşılama merasimi başlamasın mı; dört bir yanından renk renk, çiçek çiçek, yıldız yıldız havai fişekler atılmaya başlanmış, barut kokusu, gök gürültüsü, ışık seli ve bandolar, mehterler, konserler, alkışlar içinde karşılamışlar Masalistanlılar, şaşkınlıktan neye uğradığını bilemeyen kediciği.

Öykü Özkan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder