5 Mart 2010 Cuma

Agorafobik Kentin Tarih Boyunca Gelişimi

Agorafobi ve Mekân İlişkisi




Agora İon şehir devletlerinden Helenistik Çağa uzanan süreçte kent meclisinin toplandığı, kararların alındığı, pazar (ticari merkez) işlevi de gören çevresi revaklarla çevrili açık mekândır. Günümüzde ise agorafobi sözcüğü en düz anlamıyla “açık alan korkusu”dur.

Açık alan korkusu nasıl açıklanabilir? Öncelikle bu korkunun mutlak ve tek bir çeşidi olduğu söylenemez. (Zaten korkunun da tek bir çeşidi yoktur, korku için tedirginlikten dehşete uzanan bir skala çıkarabiliriz. Bu durumda tedirginliğe 1 dersek, dehşet 10 olacaktır.) Fazla büyük mekânlarda (meydanlar, kavşaklar, bulvarlar vs…) oluşan ürküntüden (1) evden apartman boşluğuna çıkamamaya (10) uzanan uzun bir süreç vardır.

Ben bu yazıda bu korkunun kökenlerini (ne psikoloji ne sosyoloji konusunda uzman olmadığımı da göz önüne alarak – fakat yine de kimi zaman iddialı tespitlerle) kent tarihi üzerinden incelemeye çalışacağım.

Öncelikle ilk iddialı tespitimi yapabilirim: agorafobi medeniyetle insan ilişkisinin aksayan yönleri dolayısıyla ortaya çıkmış bir korkudur. Yani insanın neredeyse genetik olan doğal korkularından (bilinmeyen korkusu, buna bağlı olarak karanlık korkusu, yılan korkusu vs…) biri değildir. İnsanın yaşaması için zorunlu olan bir duruma – yani açık alana çıkmaya – karşı doğal bir korku geliştirmesi mantıklı değildir, doğal korkular insanı hayatta tutmak için geliştirilmiş genetik destekli bir savunma sistemidir. Oysa medeniyete ilişkin korkularda bu savunma sistemi insanın hayatını çıkmaza sokmaya başlar. (Örneği basitçe agorafobinin karşı komşusu sayılabilecek klostrofobi üzerinden verebiliriz. Diyelim ki kapalı alanlar sizi boğuyor dolayısıyla asansöre binemiyorsunuz ve bir gökdelenin otuzuncu katına çıkacaksınız. Kolay gelsin.) Bu aşamada bir soru sormalıyız, yeni bir korku nasıl oluşur?

Korkular aslında köken olarak aynı kavrama bağlanır: bilinmeyen. Bilinmeyene karşı genellikle üç tip tepki oluşturulur: umursamazlık (görmezden gelme, yok sayma), merak (keşif duygusunu körükleyen ve medeniyetin üzerine kurulduğu dürtü) ve korku. Bilinmeyen nedir? Bilinmeyen, kişinin belleğinde tanımlı olmayan bir durum, olay ya da kavramın hayatına dâhil olması ile oluşan durumdur. Peki, tüm hayatını bir metropolde geçirmiş, diğer metropolleri de ziyaret etmiş, üst-orta sınıftan bir insanın agorafobiye yakalanması bu tanım dâhilinde nasıl açıklanabilir?

Korku tanımının genişletilmesi gerekiyor, bu durumda bilinmeyen kavramına, bilinmeyeni oluşturan öz de katılmalıdır, yani değişim. Aniden baş gösteren bir agorafobi, hem kişinin kendisinin, hem de kent – açık alan kavramının değişimiyle açıklanabilir, bu durumda bilinen kent meydanları ve bulvarları bilinmeyenlerle dolu tanımsız yerler halini almıştır. Peki, zihinde bilinen bir şeyi bilinmeyen bir şey kılan değişim nasıl yaşanır?

Bunu iki şekilde açıklayabiliriz: işlevi tanımlı sosyal bir ritüel ya da gündelik bir nesnenin işlevinin değişimi ve zihnin algısını bozacak düzeyde karşıtlık içeren durumlar. Birinci durum üzerinden agorafobiyi açıklamaya çalıştığımızda burada hem sosyal bir ritüel değişimi, hem de cansız çevrenin değişimi söz konusudur. Kent mekânında sosyal değişim cansız çevreyi değiştirir ve cansız çevrenin değişimi sosyal değişimi doğurur. Bu açıdan en bilindik örnek Paris’tir, ayaklanmaları bastırmak için ortaçağdan kalan dar sokaklar yıkılmış ve büyük bulvarlar açılmıştır, geniş mekânların pasifleştirici ve iktidarı yüceltici etkisi altında ayaklanmalar gerçekten azalmıştır. Çünkü insan ölçeğinin dışına çıkacak denli geniş ve formel düzenlenmiş mekânlar Orwellvari bir şekilde “gözetlenme” etkisini, yani iktidarın her yerde olduğu sezgisini yaratacaktır. Mekânın algısının değişimi elbette onun kullanımını da değiştirecektir, (Paris’in cafe kültürünün bulvar düzenlemelerinden sonra başlaması bariz bir örnektir – dar bir ortaçağ sokağında bir sokak kafesi sokağın işgali anlamına gelecektir çünkü) büyük mekânda insanlar birbirlerine daha az dikkat etmeye başlayacaklardır ve tensel temas neredeyse tamamen kopacaktır (sivil dikkatsizlik) ve toplamda bu değişime ayak uyduramayan bireylerin sayısı hiç de az olmayacaktır. (Meseleyi ikincil sosyalleşme problemleri ya da nostalji sevdası olarak değerlendirmeyelim. Sosyal değişimlerinde, en basit ayrımla, iki çeşidi vardır: tepeden baskıyla dikte edilen değişim ya da halkın kendi isteğiyle bir değişim geçirmesi. Plancı müdahalesi – planlamanın zaten halk tarafından başlatılan bir değişimi destekleyici olduğu bir iki küçük örnek hariç – her zaman birinci gruba dâhil değişimi kapsar. Bu durumda fiziksel çevrenin değişimine algısını istenilen hızda uyduramayacak bireylerin olması çok normal olacaktır. Bir bireyin bir değişim karşısında alışkanlık kazanması beklenirken yeni duruma karşısında korkması da aynı derecede normaldir.)

Korkuyu oluşturan ikinci durum ise (aşırı kontrastlarla algının bozulması) birinci durumdan farklı olarak daha bireyseldir çünkü değişim kişiseldir. Bu aslında yoğunluklu olarak modernitenin oluşturduğu bir sorundur. Sanayi devrimine kadar dayandırılabilecek olan bu mekân düzenleme yanlışlığı günümüze agorafobiyi oluşturan başlıca etkenlerdendir. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: insan bedeni kendi ölçülerine göre düzenlenmiş mekânlarda rahat edebilir, anatomik ölçünün dışında büyüklük ya da küçüklük insanı rahatsız edecektir. Oysa modernizm iç mekânı daraltırken dış mekânı devleştirmektedir. (Bunun uç örnekleri Japonya başta olmak üzere pek çok gelişmiş ülkede görülmektedir, modernist mimarlar tarafından tasarlanmış yirmi metrekarelik kutu evlerin olduğu bir bölge kentin alt geçit, üst geçit ve viyadüklerle dolu dev bir kavşağına bakabilir.) Günümüzde herhangi bir dekorasyon dergisini incelerseniz verilen çoğu “püf nokta” bilgisinin dar mekânı geniş göstermek üzerine olduğunu fark edebilirsiniz. (Fazla geniş bir genelleme olarak bütün bir minimalizm akımının kapalı mekânı genişletmek üzerinde durduğunu söyleyebiliriz.) Öbür taraftan aynı modernizm dış mekânı azimle insan ölçeği dışında tasarlama yanlısıdır. Kent meydanları ve caddeleri genişletilir, kamusal kullanım alanları da bu genişlemeden nasibini alır tabii: hava alanları ve alışveriş merkezleri bunun en açık örnekleridir. Bu açık zıtlık bir süre sonra algısal bir yanlışlık ortaya çıkaracaktır: dar mekân olduğundan daha dar, geniş mekân olduğundan daha geniş gözükecektir, tıpkı siyah ve beyazın yan yana olduklarında etkilerinin artması gibi. Bu yanlış algılama agorafobiye de klostrofobiye de evrilebilir.

Agorafobinin oluşumu kentsel bağlamda daha dikkatle incelendiğinde bahsedilmesi gereken bir iki önemli ayrıntı daha vardır. Modernizmin rasyonelciliği onu her şeyi tanımlamaya itmiştir ve (başta Le Corbusier olmak üzere) sokağın tanımsızlığı bu plancı tipini çok rahatsız eder. Bu tanımsızlığı yok etmek için tüm mekânlar tanımlı hale gelmeli ve sokak yok edilmelidir.

Sokağın tanımsızlığı nedir? Sokak, insan medeniyeti bir kent dokusu oluşturmaya başladığından beri (ki bu köy yerleşiminin başlamasından sonra olmuştur: 9000 yıl öncesinin köy yerleşimi olan Çatalhöyük birbirine tamamen bitişik evlerden oluşur ve evlere çatıdan girilir, dolayısıyla diyebiliriz ki yerleşimde sokak olgusu kente ait bir kavramdır) her kültürde “evlerin arasında kalan boşluklar”dan daha fazlasını ifade eder. Sokak sosyal bir mekândır ve sokağın cansız çevresi herkes için aynıdır, yani eşitleyici olmasa da denkleyici bir özelliği vardır. Eğer sokak pis ise bu pislik kalantor için de serseri için de aynıdır.

Sokak aynı zamanda sosyal olarak tanımsız bir alandır: her çeşit insan bulunabilir. Bu sokağı hem tekinsiz kılar hem de tanımlı mekânda olamayacak insan etkileşimini sağlar. Bunun karşıtı olan tanımlı mekân ise belli çeşit insanı barındırması için düzenlenmiş ya da ayrılmış mekândır. Gettolar, kapalı siteler, alışveriş merkezleri kısaca kapısında güvenlik olan, duvarlarla ya da yadsınamaz bir psikolojik engel ile ayrılmış olan (sağlam bir örnek olarak: Tarlabaşı Bulvarı) her yer bu kapsama dâhil edilebilir: içeriye kimin alınacağı, dışarıda kimin bırakılacağı tanımlıdır. Bu tanımlılık ve tanımsızlık iki ayrı şekilde agorafobiyi destekler. Tanımlı mekân dışlayıcı özellik gösterir, tanımsız mekân güvenli değildir.

Tanımlı mekânın dışlayıcılığı (sürekli kontrolden geçme durumu ya da gözetlenme hissi) bireyi yalnızlığa itecektir ve bu kolayca evden çıkmama isteğine bağlanabilir. Tanımsız mekânın güvencesizliği ise medya ile her gün tekrarlanmakta olan efsanevi bir korku unsuru olarak modern kent tanımının neredeyse vazgeçilmezi olmuştur. Bu sadece insanların birbiri için yarattığı korku değildir (tecavüz, gasp, cinayet); yüksek sesler, kirlilik ve özellikle son dönemde (gene efsanevi bir yayılış gösteren) salgın hastalıklar gibi korku unsurlarını da zihin hemen bu tanımsız alana yerleştirecektir. Bunlar da aynı şekilde evden çıkma isteğini köreltebilir.

Modern kentte agorafobinin sosyal bir bozukluk olarak daha çok görülmesinin en önemli nedenlerinden biri ise sanal iletişim ağlarının güçlenmesi ile birlikte bireyin “evden çıkmadan da” yaşayabileceği bir ortam oluşmasıdır. Evden çıkmak insanlık tarihinde “ev” kavramının oluşumundan beri süregelen bir zorunlulukken bu zorunluluğun ortadan kalkması bile birey için agorafobiye dönüşecek bir kavram karmaşasına yol açabilir. Bir zorunluluğunun bir anda yok olması rahatlıkla yüksek basınç altında yaşayan bir su canlısının az basınçlı ortamda yaşayamaması gibi bir etki yaratabilir.

Bu aşamada boyumdan büyük işlere kalkışarak yeni bir beden algısından söz etmem gerekiyor. Kentsel mekânın insanın beden algısının değişimine bağlı olarak değiştiği tezi Richard Sennett’in “Taş ve Ten”inin ana söylemidir. Bu söylemin ışığında kentsel mekâna duyulan korku, yani agorafobi, insanın kendi bedeniyle kurduğu ilişkinin bozulması ile açıklanabilir – ya da beden için yeni bir algı gelişmeye başlamıştır. Batı dillerinde “operasyon” sözcüğünün hem ameliyat, hem de kentsel dönüşüm için kullanılması belki de tesadüf değildir.



Kent-Beden İlişkisi’nin Bozulması ve Yeni Beden Algısı’nın Ürettiği Kent



Kent yapay bir çevredir ve tamamen insan için biçimlenmiştir. Dolayısıyla insanın beden algısı değiştikçe kent de buna bağlı olarak değişmiştir. Ege’nin ilkçağında çıplaklığın kutsanışı açık ve görünür mekânı yaratmış, Ortaçağ Avrupası’nda Hıristiyan inancının gönül bağları kente merkezi ve büyük katedraller olarak yansımış, akciğerlerin öneminin farkına varılmasıyla parklar kurulmuş (kentin akciğerleri), dolaşım ve sinir sistemlerinin keşfiyle ulaşım sistemleri önem kazanmıştır. Peki, bugün biz hangi beden algısıyla kent inşa ediyoruz?

Sennett, bunu New York’un sivil bedenleri üzerinden kurguladığı “Taş ve Ten”in son bölümünde bazı önsezilerini de katarak anlatmış. Benim bu son bölüme ekleyeceğim bazı başka şeyler var.

Öncelikle günümüzde insan bedeni eskisi kadar bilinmez değil. İlkokul mezunu bir ev hanımı sabah saatlerinde ev boşken oyalanmak için izlediği kadın programlarından bile üstünkörü de olsa pek çok şey öğrenebiliyor, üstelik bunları tıp profesörleri ellerinde röntgen filmleri ve ultrason taramalarıyla anlatıyor. Çok yaygın olan belgesel programları ve kanalları da insan bedeninin işleyişi üzerine geniş bir bilgi bombardımanı yapıyor. Tabii bir de ideal insan bedeninin nasıl olması gerektiğini ısrarla anlatan diyetisyenler var. Bu günümüze genel bir bakış, artık beden sıradan insan için büyük bir gizem değil, insanın “içinde” neler olduğu genel bir bilgi.

Bu “içinde neler olduğunu bilme” hali, bir nevi “şeffaflık” size de cam ve çelik gökdelenlerin “içini gösterir şeffaflığını” hatırlatmıyor mu?

Aslında insan Batı’nın düalist düşüncesiyle de (“beden - ruh” karşıtlığı) Doğu’nun monist düşüncesiyle de (“beden ruhun yansımasıdır”) bedeniyle tam olarak uzlaşma içinde değildir ama Batı düşüncesinin bu uzlaşmazlığı açık bir çatışmaya dönüştürdüğü bir gerçek. Modern dünyanın Batı düşüncesiyle şekillendiği göz önüne alındığında bu şeffaflık ve homojenlik takıntısını daha iyi anlayabiliriz.

İnsan bedeni çıplakken tekildir, yani hiçbir tümleştirici etki olmadan kendine özgüdür ve diğer insanların gözleri de bu tekilliği fark edecektir. Oysa bir röntgen filminde aynı çıplak beden diğer hepsi ile aynı görünecektir – daha doğrusu bütün sağlıklı insanlar aynı görünecektir çünkü “içi gösteren” bütün taramaların amacı hastalığı teşhis etmektir. Modernist mimari ve planlamanın insanlara böylesi filmler ile baktığını paranoyak bir şekilde hayal eden sadece ben miyim, yoksa cam ve çelik binaların inanılmaz homojenliği, pürüzsüz mükemmelliği gerçekten temiz bir röntgen filmine mi benziyor? İçindeki tüm hastalıklı insan bedenlerini ve düşüncelerini dışarı atacak büyük bir organizma gibi gökdelen – şeffaf demokrasi ilkesi ile şekillenmiş hizmet merkezleri.

Günümüzde iç-dış algısının bozulduğunu söyleyebilir miyiz? Egenin ilkçağında yapılar sade ve tanımlı bir çıplaklık sunarlar, kamusal yapı içini göster ama bu “içini gösterme”nin modernist şeffaflıktan önemli bir farkı vardır, yapı içinin dışında yapının arkasında kalan doğa parçasını da gösterir. Ortaçağın yoğun mahremiyet duygusu ve içine kıstırılan yasaklı duyguları ile yapılar (özellikle gotik katedraller) “içten dışa doğru itiliyormuş” hissi uyandıracak şekillerdedir (örneğin Notre-Dame gibi bir kilisenin dış yüzeyindeki dışarı kaçmaya çalışan iblis figürlerine dikkat edin). Osmanlı klasik döneminde ise camilerin yüksek duvarlarında açılan alçak (yani on yaşında bir çocuğun bile içeriyi rahatça görebileceği kadar alçak) ve kafesli pencereler ise “içeriyi gösterir” ama insana “daha sakladığı şeyler olduğunu” da yeterince anlatır. İç ve dış algısının bu çizgisel olmayan gelişim sürecinde modernizm bir yanlış anlama gibidir. Gökdelen mimarisi sağlam bir iç-dış kurgusundan yoksundur.

Camın şeffaflığı içini gösterir evet, ama burada pornografi ve erotizmin mutlak ayrımından bahsetmeliyiz belki de. Erotizm hiçbir zaman mutlak çıplaklık değildir, örtülü fakat keşfedilebilir çıplaklıktır ve insanın (gene düalist düşünceye dönersek) ruhunu da işin içine katar. Oysa pornografi (ki günümüzün cinsel eğiliminin bu yöne aktığı açıktır) bedenin mutlak çıplaklığıdır ve bu çıplaklık aslında her şeyi sunarak (ya da sunar gibi yaparak) bütün keşfetme arzusunu ve merak duygusunu öldürür.

Burada Roland Barthes’in “striptizcinin çıplaklığı onu her şeyden çok giydirir çünkü ne çalan müzik, ne yapılan hareketler ne de iç gıcıklayıcı kıyafetler doğaldır” ilkesini hatırlayabiliriz. Her şeyden çok sahnenin kendisi doğal değildir. Günümüzde ki yoğun cam kullanımı aslında bir insan vitrini oluşturur, yapay bir sahne gibi. Bu çıplak gibi görünen yapıların içini “çıplaklıklarından dolayı” merak etmeyiz. Oysaki taş binalar (hele ki şu eklektik ve barok olanlar – ya da neo-klasik üsluplular) her zaman eski tip erotizmleri ile merak uyandıracaklardır.

Bugün beden algısını değiştiren tek şey bilgi bombardımanı değildir, beden yeni bilimsel verilerle giderek soyut bir kavrama dönüşmektedir. Konuyu dağıtıyorum ama bu noktada soyut kavramını kendi kullandığım şekliyle tanımlamam lazım: soyut nitelikli bir şey insanın beş duyusu ile algılayamadığı şeydir. Bedenle ilgili son elli yılın tüm keşifleri bedeni aracısız algılanamaz hale getirmiştir – beden ancak mikroskop altında incelenebilir ve bu mikroskoba ancak uzmanlar ulaşabilir. Yani beden “dokunulabilir” özelliğini yitirmiştir. (Oysa septisizmden bir önceki kuşkuculuk duraklarında bile dört duyunun yanlış olabileceği kabul edildiğinde, nedense en doğru bilgiyi dokunma duyusunun vereceğine ilişkin bir inanç vardır – “gözün hatasını el düzeltecektir.”)

Bu soyut bedeni oluşturan ana madde ise genetik bilimi ve nanoteknolojik tıp buluşlarıdır. İronik olarak tanımı henüz açıkça yapılamamış bu yeni beden kendine sanal bir mekân yaratmıştır. Bu sanal mekânda teşhir bir sosyalleşme unsurudur. Sanal mekânın gerçek insan bedenine verdiği uyartılar ise görsel ve bazen işitseldir. Gerçek bedenin algısı açıkça sınırlanmıştır. Bugün kent düzenlemeleri de bu iki duyuya hitap edecek şekilde planlanır çünkü kent mekânı “bireyi bir yerden başka bir yere geçirmekle” yükümlüdür ve geçişkenliğin kolay olması için uyartının azalması gerekir. (Ne de olsa araba kullanırken kimse dikkatinin dağılmasını istemez.)

Bu iki ana değişim (iç-dış algısının bozulması ve kentte kurgulanan sanal mekânın – ki burada “planlanan bir mekânın sanal olmaması mümkün müdür?” sorusu akla geliyor – gerçek insan bedenine yetersiz uyartı vermesi) sonucu planlanan kent beden algısı aynı derecede hızlı değişmeyen bireylerde çok doğal bir korku yaratacaktır, çünkü bu birey kentin kendisi dışında bir yaratık için inşa edildiği hissine kapılacaktır. (Bu yaratık, normal bir insanın on katı hacme sahip araba olabilir mi acaba? Başka bir yazı konusu olarak meydanların kavşaklaşmasından da bahsedilebilir.)



Kentin Çok Kısa Tarihi ve Agorafobik Unsurların Kente Yerleşme Süreci



Bu bölümde kent kavramının tarih boyunca gelişimini fazlaca kısa bir şekilde inceleyeceğim, bu değişimi gözlemlemek günümüz kentini ve onun yanlışlığını anlamak için önemli. Burada çıkarılan kısa tarihçenin öznel olduğunu belirtilmeli, yani bu tarihçe konumuz olan “Agorafobi ve Kent İlişkisi”ni en açık inceleyebileceğimiz bilgilerin kronolojik bir dökümüdür yalnızca.



İlkçağ Kentleri: İlkçağ kentlerinin günümüz şartlarında çok küçük nüfuslar barındırıyor. Kentler genellikle topografyaya uygun düzenleniyor fakat siyasi iktidarın sağlam olması belli planlama kriterleri yaratıyor, tarım arazilerinin korunması, su taşıma sistemleri ve sokak aydınlatma sistemlerinin (Girit’te) kurulması gibi… Bu kentler arasında özellikle Milet’ten bahsetmek gerek, çünkü bu kent tarihte dama planı kullanan ilk kent olma özelliğini gösteriyor. Kentin plancısı Hippodamos. Fakat bu dama plan insan ölçeğinde ve yaya hareketine göre kurgulanmış.

Roma Kenti: Simetri takıntısı ve dama plan, geniş yollar, tanımlı forumlar; günümüze benziyor değil mi? Ama Roma kentini modern kentten ayıran iki önemli özellik var. Birincisi kentsel uyartıların sadece görsel ve işitsel kalmaması (her ne kadar öyle olması istenmiş olsa da). İkincisi ve daha önemlisi ise yolların hiçbir zaman merkezsiz bir ulaşım-dolaşım sistemi haline gelmemesi, çünkü kent umbiliculus’tan yani merkezdeki bir çeşit göbek deliğinden simetrik olarak büyüyor. Yani Roma kenti size görsel olarak bir yönü baskılayacaktır, aylaklık edeceğiniz bir kent değildir. (Modernist kent de aynı şekilde aylaklık etmenizi istemez ama bir yandan da yürüyeceğiniz yönü gösterme zahmetine de girmez – belki de aslında yürümenizi istemez - kafa karıştırmak için kurgulanmış gibidir.)

Ortaçağ Kenti: Kişisel düşüncem tamamen plansız ve organik gelişen bu tip kentlerin insanın kolektif aklıyla oluştuğu: doğada bulunan petekleri düzensiz arı kovanları gibi. Bu kentin pek çok problemi vardır: dar ve dolambaçlı sokakları güvensizdir, sürekli saldırı tehdidi vardır, altyapı ve üstyapı sorunları kenti salgın hastalıklara boğar. Fakat böylesi bir kenttin mantıklı bir boşluk-doluluk oranı vardır, bedeni yapısal olarak tehdit etmez.

Rönesans: Rönesans ortaçağ kentini “az bir planlamayla” hava aldıran perspektif devrimini yapmıştır, kentsel öğelere bir süreklilik kazandırarak (birbirini takip eden binaların pencerelerinin aynı paralelde olması gibi – gotiğin tanrıyı işaret eden dikey hattının dünyevi yatay hatta dönüşümü) insanın üzerinde baskı kurmadan takip edebileceği bir hat çizmiştir. Kentsel öğelere “süreklilik” kazandırılmıştır, öğeler aynılaştırılmamıştır. Bu dönemin özellikle incelenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Barok Dönem: Bu dönem iktidar planlarının ortaya çıktığı dönemdir. Bulvar açmalar, parklaşma ve kapsamlı operasyonların başlangıcı. Ortaçağ kent merkezi iktidarın varlığını belirtecek şekilde yeniden kurgulanmalıdır. Merkezi iktidarın planlamaya etkisi açısından önemlidir. Rönesans’ın süreklilik kazandırdığı kentsel öğeler homojenlik kazanır.

Sanayi Kenti: Kent tıkanmıştır. Nüfusu ve yeni tanımlanan işlevleri kaldıramamaktadır. Kentin üç ana problemi vardır: salgın hastalık, kirlilik ve ayaklanma. Bu kentin yaşattığı problemler modernist ütopyaları ve günümüz kentini oluşturmuştur. Burada bahşetmemiz gereken ana unsur Sanayi Kenti’nin üç büyük probleminin faturasının “sokağa” kesilmiş olması. Burada belirtmeliyiz ki “sokak” arabalar için kurgulanan “cadde” ya da burjuva gezintisi için kurgulanan “bulvar”la aynı şey değildir, sokak yaya hareketi içindir ve hiçbir sınıfı dışlamaz. Modernist plancı (aslında diyebiliriz ki Robert Owen gibi ütopik sosyalistlerden bu yana neredeyse herkes) bu üç ana problemin kaynağını sokak olarak görmüş ve planlarını sokağı yok etmek üzerine kurmuştur. Sokağı yok etmenin insani etkileşimi de aynı şekilde yok edeceği ise yeni fark edilmektedir.



Bugün tasarlanan kent insana uygunluğunu en çok kaybetmiş kenttir. Kent taşıt ölçeğinde düzenlenmiştir, insana yön duygusu verecek uyartılardan yoksundur, kapalı alanları ve açık alanları insan ölçeği dışındadır. İnsani etkileşim engellenmiştir ve kent mekânı teşhirci bir şekilde “vitrin” özelliği kazanmıştır.

Planlanan her mekânın plancının kafasındaki bir “ideal insan” için planlandığı düşünüldüğünde her planlı mekânın dışlayıcı özellik göstermesi kaçınılmazdır. Fakat modernist planlama bu ideal insanı “soyut insan” haline getirmiştir ve kentsel mekân aslında hiçbir insanın gerçekten barınamayacağı bir yer halini almıştır. Agorafobi’nin yaygın bir sosyal olgu olması günümüz planlamasına yapılan en ciddi ve ağır suçlamadır.

Deniz Başar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder